19.8.10

Cocorosie : Hayal evlerinden gri okyanuslara yolculuk

Uzun zamandır kritik yapmamanın çekimserliği üzerimde. Aynı zamanda içini ferahlatamamanın huzursuzluğu. Ama tüm bunlara rağmen yine de yazamazsın işte çünkü daima nedenler ağırdır kantarda. Uzun zaman sonra şimdiymiş demek ki, "zamanı gelince".


Bianca ve Sierra adlı iki güzel kız kardeşin nadide grubu Cocorosie. Bir oyun misali. Tüm hayalperestliği ve içindeki mükemmelliğine varan çocuk sesleri. Uzun yolculuklar ve deneyimlenmeler sonucunda, koskoca okyanuslar uzaklıkta birbirlerini yeniden bulmanın şerefine.
Paris’in küçük bir apartmanında başlayan bu çok oyunu.


La Maison De Mon Reve’ ( Benim hayal evim) .Neşeli sesleri, arkadan gelen oyuncak araba gıcırtıları, yağmur şıpırtıları, Santa Clause’un başka bir tipi olan St. Nicolas’a yazılmış şarkılar*…
İki kız kardeşin özlemini anlatan bir albüm. Tüm  neşesine üstün gelen bir hikâyeler toplamı, geride kalan uzun yılların hikâyesini taşıyordu. Açılışı yapan ‘Terrible Angels, ‘By your Side’ın sade sesleri ve sözlerini takip eden ‘Jesus Loves Me ‘,’ Good Friday ikilisi de gitar tınıların ve dış seslerle kaplıydı. Kakafoni içindeki sapsade  bianca ve Sierra vokalleri. Kimi zaman folk çizgilerde gezen kimi zaman da hip hop ritimleri ile süslenen bir albüm. Kendine söylenmiş şarkılar içinde. 

Çok geçmeden de “Noah’s Ark” ‘la, yeniden bir arada . İlk albüme göre olgunlaşmış sesler ve kayıtlar barındıran bu albümde karanlığa ilk yolcuğuna başlarken K-hole ‘den geçer önce yolumuz sonra  Anthony and The Johnsons’ın Anthony’sinin o dolgu dolgu sesi “Beautiful Boyz”.Adeta bir Anthony and The Johnsons albümüne konuk olan Cocorosie misali  güzelleşmekte. “South 2nd “ ve “Tekno love song “ de ilk albümden gelmiş misali oturuyor kulaklarımıza
Tüm Cocorosie sesleri, Kakafoni, kedi mırıltıları ve opera. Güçlenmiş alt yapılar ama kaybedilmeyen melodiler ve kendi içinde Cocorosie haslığı belki de sadece bu şarkıyı dinlemek anlatacak bize nasıl gelindiğini tüm o karanlıklara ,melodik “Bear hides and Buffalo”.Albüme adını veren Noah’s Ark' sa ince tınılarına bulanmış Down tempo synthlerle tefler, arplar, fısır fısır gitar tınıları içinde. Ve son olarak da Honey or Tar.

 iki sene sonra üçüncü stüdyo albümü The Adventures of Ghosthorse and Stillbornile geri döndü Cocorosie. İki albümden de izler taşısa da çok daha farklılaşan bir albümdü. Soğuk bir kış gecesini andıran uğultular, ucube sesler. Hip hop ritimler de çoğunluktaydı bu kez. Ama soğuk ve Sierra’nın opera günlerinden kalma sesiyle kararan bir Cocorosie sahnedeydi. Rainbowarriors, Werewolf, Raphael ‘in yanı sıra bir de Japan vardı ki sirkten fırlamış, kaçmış, koşmuş parçası olmuş bu albümün .
Üç yıl uzun bir sessizlik sonra Grey Oceans ‘ la geri döndü coco ve rosie ikilisi.Yepyeni bir Cocorosie ile.Bu yepyeniliğin içinde derin katman katman gelişen bir alt yapı ve Grey Oceans dinlemeye doyulmayan ve tam da zamanında aranan bir albüm olarak Trinity's Crying’le başlayan bir David Lynch filmi izlemeye mi başlıyorum yoksa dedirten bir şaşkınlığa düşürüyor önce.Hani şu hiç bilmediğimiz bir kasabaya gelen yabancı bizler yerlilerin ritüellerini izliyormuşuz gibi.Smookey  Taboo ile de devam eden bu ayinsellik  yanı sıra Hip Hop vokaller hatırlatıyor "evet evet!"  "bu Cocorosie!".Onu takiben eğlenceli mi eğlenceli havalarda uçuran, palyaço kostümünü çekmiş üzerine “Hopscotchdiyor ki:

“I got a hopscotch tear drop ready to drop”

Albümün başlangıcının sahip olduğu bu hareketli melodikliğe ve ayinselliğe son veren R.İ.P Burn Face  hip hop sesleri ve minik tınıları ile başka bir yolculuğa başlıyor ve kuşkusuz unutulmaz bir yolculuk bu.Ardından gelen çıkış parçası Lemonade ve kuş cıvıltıları içinde iç burkan Gallows ve kapanışı yapan Here İ Come .Bir kilise ayini misali piyano notaları ile hikayenin sonu.Evet Grey Oceans hikayesi olan bir albüm.Kendine has sözleri ile müzikleriyle.Ve hiç kuşkusuz ki La maison de mon reve den sonra bir kez daha tüm göçebe sesleri ve hikayeleri ile. 









1.8.10

Shelter. Bu filmi bir yerden biliyoruz sanırım?

Yazın  sıcak ve monoton bu zamanlarında adeta deniz etkisi yaratıp bizi biraz serinletsinler diye gerilim filmlerine koşuyoruz.İşte Shelter'ı da bu umutla izledim diyebiliriz.Ancak birazcık hayalkırıklığına uğradım.Julianne Moore ve Jonathan Rhys Myers'ı bir arada bulmanın sevinci bile yeterli olmadı.Filmin sonuna kadar aslında izlenebilirliğini sağlayan da zaten bu ikiliydi .Ancak sanırım  "hiç bir şey bitmedi hatta yeni başlıyor" şeklindeki sonlar artık bizim için yeterli değil.Bunun yanı sıra çift kişilik bozukluğu ve exorcist temasındaki filmler artık kendilerine yeni bir boyut katılmadıkça sanıyorum ki  yetersizler.Ayrıca daha önce identity'nin de yazarı olan Michael Cooney yine aynı tema ile  yaklaşmaktan sıkılmadı mı acaba? Gerilim filmlerinde oldukça gerilen bir insan olarak öncelikle bu korkumu aştım diye sevindim ama sonra anladım ki gerilmeme nedenim zaten filmi izlemiş olmamdı.O kadar çok aynı sahneleri ve kurguları görmüştüm ki bildiğim bir şey üzerinden gerilemiyordum. Belki de filme kötü diyemeyişinizde bundan.Çünkü kötü değil aslında.Ama aynı.Ve bu aynılık filmin sonunda size "izlesem mi?" diye soran arkadaşınıza "yani, istersen izle" demekten alıkoyamazken aynı zamanda " izleme" de dedirtmiş oluyor.
 Julianne Moore ve Jonathan Rhys Myers'ın ikisininde başarılı oyunculuklar sergileyerek filmi çekilmez olmaktan çıkarmaya çalışıyorlar.Özellikle Jonathan Ryes Myers' ın The Tudors hükümdarı  sekizinci Henry sayesinde kötü rollerin altından başarıyla kalkacağını anlamıştık ve burda da güzel bir rol sergiliyor ama bu iki oyuncu da yeterli olmuyor.Kısacası ne izlemeli ne de izlememeli ama izlemezsek kaybedeceğimiz pek bir şey yok gibi...