16.12.12

King Krule


image
On yedi yaşında müzik dünyasına giriş yapan Londralı Archy Marshall yani mahlasıyla King Krule henüz genç ve şimdiden güzel işler çıkardı. İlk olarak Zoo Kid adıyla odasında yaptığı iki güzel kayıtla tanıdım kendisini. Out Getting Ribs ve Ocean Bed adlı bu iki şarkı peşini bırakmayan sivilcelerden daha mühim ergenlik dertlerini sırtlanmış bu çocuğun gitarının tınılarına ve sesine döktüğü yalnızlığını anlatıyordu. Kısa bir süre sonra yalnızlığı paylaşılmış olsa gerek ki True Panter ’la anlaştıktan sonra da ismini değiştirip yere daha güçlü basmaya karar veren Marshall bu yeni adını taşıyan bir Ep yaptı. Bu kez işin içine giren daha elektronik ve melodik seslerle birleşen yine bariton vokaliyle öfkesini de içindeki hızlanan ve yükselen tüm duygu dolaşımlarını doğru yerlere koymuş ve bize dört şarkılık güzel bir dinlemelik sundu. Trip-Hop bir başlangıç olan 36N63’ü takip eden daha downtempo hip hop parçaları sunan Bleak Bake ve çıkış şarkısı olan The Noose of Jah ya da girişinde alaycı sözleri  (“Spastic gyrations in abbreviated bathing suits” )  olan Portrait in Black
King Krule kesinlikle keşfetmeye değer ve ilk uzunçalarını da merakla beklerken  iki şarkısını paylaşıyorum, iyi dinlemeler!

Postman8.

Ruby Sparks


image
Bir film için kritik yazmanın zor taraflarından biri de filmin içinde barındırdığı o sır gibi seyircisini bekleyen gerçeğini gizleyebilmeyi başarmak kuşkusuz. Bu filmde sanırım konusu itibariyle o sırrı vermeden yorumlanması gerekenlerden ki bende elim döndüğünce bunu yapmaya çalışacağım.
Film henüz on dokuz yaşında yazdığı bir roman sayesinde üne ve Los Angeles’da güzel bir daireye kavuşan “dahi” diye anılan ancak on yıldır bu ilk romanın ötesine geçememiş, yalnız yazar Calvin (Paul Dano)’in bu durumu değiştirmek adına oturduğu daktilosundan gerçek dünyada bir anda karşısında beliren yarattığı etkileyici karakter “Ruby Sparks” (Zoe Kazan) la olan bu fantastik sayılabilecek ilişkisini anlatıyor. Calvin, isteksizce hala eski ünü sayesinde gelen toplantılara katılmakta ve sadece onun kitabında yer almak ya da bu dahi yazarla vakit geçirdim diye övünmek isteyen kızlardan ilgi görmektedir. Bu ilgi Calvin’in istediği bir ilgi değil onun istediği gerçek bir ilişkidir özellikle de önceki uzun süreli ve sancılı ilişkisinden sonra. Ama öncesinde kendinden beklenildiği gibi hemen dahice, mükemmel bir kitap yazmalıdır. Fakat başaramadıkça ve yazmayı erteledikçe rüyalarına giren bir karakterin hayaline tutunur ve onu daktilosunun satırlarına dökmeye başlar. Bir sabah üzerinde Calvin’in kendi gömleğiyle Ruby Sparks karşısında beliriverir. Bunun bir rüya mı şizofreni mi olduğunu çözmeye çalışır, bu sorular bizimle ilerlerken Calvin bunları sorgulamayı bırakır. Böylece Ruby onun için artık gerçektir.
image
Ruby başarılı biri değildir, bir yazar değildir Calvin’i zorlayacak bir karakter de değildir ama Abisi gibi hayal etme şansı olan birçok erkeğin yapacağı gibi fiziki özelliklerini mükemmelleştireceği biri de değildir. O herkesin hayalindeki değil onun hayalindeki kadındır. Tam burada film aslında üzerine kurulduğu Ruby’nin gerçekliğinden uzaklaşır çünkü aslında önemli olan Ruby’nin varolup olmaması değildir ve karşımıza ideal kadın mümkün müdür sorusu çıkar. Her şeyiyle uyum sağlanabilecek tamamen sana uygun olan mükemmel bir öteki? Tam burada bir ilişkinin kötümser gerçekliği belirtiliyor. İdeal kadını, ideal aşkın yaratılamayacak bir şey olduğu, belki de aşkın ya da ilişkinin güzelliğini ya da olması gereken kötümserliğinin burada olduğu anlatılır.
Burada kuşkusuz senaryosunu yazan Amerikalı yönetmen ve yazar Elia Kazan’ın torunu olan Zoe Kazan ilk çalışması için başarılıdır. Oyuncu ve yapımcı olarak da payı büyüktür. Bugüne kadar hep yardımcı rollerde izlediğimiz Kazan bu kez elini taşın altına koyup bu üç görevi birlikte yürütüyor. Karşımıza Woody Allen (The Purple Rose of Cairo) , Charlie Kaufman (Adaptation) gibi yönetmenlerin filmlerinde görebileceğimiz bir kurmaca çıkıyor içinden konuşan seslerle bir özümseme söz konusu. Aynı şekilde Marc Forster’ın filmi Stranger Than Fiction’da da ana karakterimiz bu kez kendini hayatının tamamının bir kurmaca olduğunu anlıyordu. Kuşkusuz hepsinin biraz etkisi mevcut fakat Ruby Sparks daha “sevimli” diyebileceğimiz bir örnek.
image
Little Miss Sunshine’ın yönetmenleri Jonathan Dayton ve Valerie Faris çiftinin ve başrollerdeki Paul Dano ve Zoe Kazan’ın da aralarındaki ilişkinin bu film üzerinde gezen gerçekçi aşk havasında etkisi vardır elbette. Fakat bu hava karşımıza 500 Days of Summer, The Kids Are Allright gibi son dönem filmlerinde gördüğümüz üstüne aldığı ağırlığı sevimlikle anlatan yeni bir dil ya da belki de bilinen bir dilin yeni hali mevcut. Sıkılmadan izlettiren bu anlatılar, sinemadan çıkınca bizimle yürümeye devam edip ışıltısı kaybolana kadar bizimle duruyorlar. Ta ki yeni bir tanesi diğerinin ışıltısını azaltana kadar. 
Not: Film üzerine yaptığı illüstrasyonu kullanmama izin verdiği için http://ecedereli.tumblr.com Teşekkürler!

Postman8.

Grimes


image
Kanadalı müzisyen Claire Boucher ya da güzel mahlasıyla Grimes The Visions albümüyle bu senenin öne çıkan kadın vokallerinden biri. Vancouver'da doğup büyüyen Claire on sekiz yaşında Montreal'deki bir üniversitede okumak için bu şehrin yolunu tutar. Üniversite'de başladığı müzik macerasında 2009 yılında Grimes'i kurar ve 2010 yılında da ilk albümü hazırdır. İlk denemeleri olan Geidi Primes ve Halfaxa dağınık bir şekilde ortaya çıkmış daha yeni adımlar sayılabilecek işlerken The Visions kendisinin de ilk uzunçaları sayılabilecek bir proje. Kuşkusuz bunda daha profesyönel bir plak şirketi ne (4AD) geçmiş olmasının da etkisi var.Visions pop hassasiyeti içinde elektronik unsurlarla bezeli bir albüm. Çeşitli mecralarda dendiği gibi cyborg-pop diye bahsedilen bir adlandırmayı ne yazık ki ben pek üstüne oturtamadım. Ancak şöyle diyebiliriz ki elektronik alt yapılarla birlikte bir pop estetiği de taşıyan bir albüm Visions. Kendi deyimiyle ise yaptığı müziğin adı post-internet. Grimes, çağımızın elektronik kaynaklarının sonuna kadar tüketilmesini, dikkat dağınıklığı ve ulaşılabilirlik hastalığı içindeki kimliğimizin müziğini yaptığını belirtiyor bu da onun müziğinin kendine göre en önemli noktası.
Visions, ilk albümlerindeki ani pop hareketleri, dürtüleri gömülü halinden çıkarıyor. Albümün açılışındaki adeta hip hop vari seslerle karışan İnfinite = Without Fullfillment aslında albümün devamı için gerekli izlenimleri veriyor mu şüpheli fakat bahsettiğimiz bu pop dürtülerini sergilediğini de söylemeliyiz. Devamında gelen Genesis ise aynı enerjiyle tırmanıyor ve geçtiğimiz yaz/yaz sonunun yükselen şarkılarından biri olmayı da başardı. Oblivion ise Grimes'in biraz daha karanlık yönüne uzanmaya çalışıyor, girişlerdeki seslerde biraz biraz Alison Goldfrapp'ı andırıyor. Bazen için için dalgalanan bu karanlıklar aslında Claire Boucher’in uğraştığı bir başka sanat mecrasında da görünmekte. Boucher müziğinin yanı sıra bir yandan da illüstrasyonlar yapmakta punk ögelerle de süslü karanlık tarzını şu adresten izleyebilirsiniz http://claireboucher.carbonmade.com/ . Grimes popüler olmaktan ve kendine has klipler çekmekten farklı olmak için çaba sarf ediyor görünmekten de çekinmeyen biri ve bence yaptığı müzik hala bana tam yerine oturamamış gelse de umut vadediyor.
Grimes-Genesis

Postman8.

Grizzly Bear


image
2006 yılında ikinci stüdyo albümleri Yellow House ile tanıdığım Grizzly Bear ile tanışmam yine özlem dolu yolların sonundan dönmesini beklediğim güzel bir insanın bana bıraktığı hatıralardan biri olması iledir. Yellow House sırf bu nedenle bile özel olmaya yeter ancak bu içindeki ayrı ayrı ama çok sevdiğim her şarkısına haksızlık olur. Bu nedenle bu haksızlığı yapmayacak ve bu güzelliklerden biraz bahsedeceğim.
Grizzly Bear Brooklyn,New York menşeili 2002 yılında Ed Droste tarafından kurulan bir grup. Aslında 2000'lerin başından beri Ed Droste'un tek başına bir projesi iken daha sonra yanına Cristopher Bear, Chris Taylor ve Daniel Rossen'in de katılmasıyla bugünkü halini alıyor. Arkadaşlıklar, Jazz Kampları derken "tek başına sahne ışıklarının altında dikilmekten korkan"Ed Droste yalnız kalmamış oluyor. Bu birlikteliğin ilk ürünü de "Yellow House".
image
Yellow House, hızlandırılmış melodiler tanıdık ama üstü kapanmış sesler eşliğinde bir yanı çok benzer bir lo-fi soundu gibi gözükse de çok içlerden, derinlerden gelen gitar darbeleri,davul vuruşlarıyla güzel bir birleşim oluşturur. İlk şarkı olan Easier, eski bir filmden alınmışçasına incelikli piyano seslerini izleyen folklorik uğultular ve flüt sesleri eşliğinde bir anda yerel bir sese dönüşürken Ed Droste'un sesi de artık daha oturmus ve temiz bir hal almıştır. Onu takip eden Lullaby ise dolambaçlı yollarda gezen albümün sakin melodilerine sahip ve adı bilinen şarkılarından. Aynı zamanda albümün o ikili halinin de temsili.Şarkının o birinci yarısının sakinliğini delen son iki dakikadaki sert gitar vuruşları ve  "Chin up, cheer up" sesleriyle birleşiyor. Albümün çıkış şarkısı olan Knife da ise bu birleşim doruk noktasına ulaşıyor. Sert gitar seslerini takip eden sakin uğultular,basit davul sesleri ve harmonik bir melodiyle yükselen şarkının sürekli ilerleyerek içimizde yükselmesiyle çok isabetli bir çıkış şarkısı olmanın yanı sıra incelikli düşünülmüş bir keskinlikle hatıratımızda yer alıyor.
Albümün devamındaki daha sakin şarkılarda ise daha mütevazi sesler, ukelele tınıları mevcuttu. Örneğin Plans Tom Waits vari bir fısıltılar,ıslıklar ve bariton koro sesleriyle karanlık ve hayali  bir dünyanın izini sürerken Ed Droste'un teyzesi tarafından yazılan ve geçmişle iç içe duran benim için dinlemesi her seferinde ayrı bir zevk olan Marla gelir. Albümden asla kopuk durmayan ve ikinci yarı diye bahsettiğimiz o derinliğin içine ince ince düğümlenmiş bu şarkı kaygan seslerle, çıtır çıtır eden kamera görüntülerini izliyormuş ve terk edilmiş evlerde, bahçelerde, parklarda bilmediğimiz, içimizi titreten o geçmişin izini sürüyormuş gibi diken diken eder. İyi ki de eder.
İşte Yellow House'un bu etkisinden sonra birçok albüm yorumunda sonraki albümleri Veckatimest'in bir zıplama ağına konmuş gibi zıplatılmasını anlayamam da işte bundandır. Elbette ki bu hızlı olumsuz giriş yanlış anlaşılmasın Veckatimest'te dinlemesi zevkli bir albümdü ve bir dönemde uzun süre çeşitli müzik gereçlerimizin içinden hiç çıkmadı. Ancak bu albümün Yellow House'a göre o kontrollü kayıtları, rafine sesleri yıllar içinde bakıyorum ki aynı izleri bırakamamış. Bir zamanlar üzerimde büyük bir gülümseme yaratan Two WeeksReady, Able gibi şarkılar anı defterine bile giremeden o zamanın coşkusunda kalmışlar. Fakat bu albüm Grizzly Bear'ın geniş kitlelerce tanınmasını sağladı. Dolayısıyla buradan dönmek biraz zor gibiydi. Dönülmesi gerek görülmüş müdür onu da bilemiyoruz elbette. Ama üç yıl sonra sanki biraz daha farklı bir albümle karşımıza çıktılar.
Shields, Grizzly Bear için  belki tam aynı yer olmasa da duygusal anlamda daha dürüst bir yere döndüğü yine gizemli ve maceracı yapısından uzaklaşmadan ama bunu veckamist'teki kadar içindeki karanlığı aşağılara çok gömmeden ama Yellow House kadar da gün yüzüne çıkarmadan ortaya koyduğu bir albüm olmuş. Albümün ilk şarkısı olan Sleeping Ute gösterişten uzaklaşmış, boğumlu seslerle ve kusursuz olmayan gitar sesleriyle kendini savurur: 
"if i could find a peace...if i could lie still....But i can't help myself"
Albümün ikinci çıkış şarkısı olan Yet Again ise titreyen gitar akorlarına sahip girişi ışıltılı ve parlak ritmiyle davul ve baslardan gelen saf, temiz sesler ve bunların karıştığı bir kaosta vokalallerin akıcılığında arşivlik bir parça olmayı başarır. Aynı şekilde Speak In Rounds, The Hunt'ta Ed Droste'un vokallerinin ön plana çıktığı sessizlik içinde bunu delen soluk dokunuşlara sahip. Paslanmış seslerin ağırlığında post-rock bu şarkı yine ince gitar tınılarıyla da yuvarlanmakta. Bunları takip eden Simple AnswerHalf Gate ise bir sürü güzel tını içermekte ve bunların hepsini bir araya toplamayı, bir arada güzel kılmayı yine başarmışlar. Half Gate'teki yer yer kulağa takılan o folklorik etki yerli yerinde. Bu güzel sesler ve efektlerde Chris Taylor'un da katkısı büyük ve kendisinin solo çalışmasında da bu sesleri duymak mümkün bu albümden daha önce şurada http://postman8.blogspot.com/2011/06/cant-ghosts.html bahsettiğimizi de unutmadan hatırlatalım.
Kapanışta yedi dakikalık bir güneşi bulma yolculuğuyla Grizzly Bear'a Sun in your eyes la veda ediyoruz. Hiç alışık olmadığımız bir uzunluktaki bu şarkı piyano notaları ve ağrıyan seslerle kaplıdır:
"From the look on your face/ You set out in this path/ Never to arrive/By the look on your face/ The burden's on your back/And the sun is in your eyes"
Şarkı gizem ve derinlik içinde tırmanırken aynı şekilde hesaplanmış bir sakinlikle de düzlüğe iner. Albümün içinde barındırdığı tüm duyguları ve iletmek istediklerini de sona ulaştırır. Bence Grizzly Bear bunu iyi yapan bir grup anlatmak istediğini dinleyiciye kolaylıkla geçirebilen, anlaması güç bir grup değil. İçindeki geçişleri sunmak,anlatmak her zaman kolay değil  bu yüzden bunu güzel seslerle ve doğru birleşimlerle yapan bu grup belki şu an hala beni o ilk etkileyen halinde değil belki de o tecrübesizlikle birleşen etki bir daha da olmayacak ama korktuğum gibi olmamış, Veckamist sonrası kendilerine yapıştırılan etiketlerden sıyrılmayı başarmışlar. İyi dinlemeler!

Postman8

Sharon Van Etten @ Küçük Çiftlik Park


image
2009 yılında sıcacık ev kayıtlarıyla tanıştım Van Etten'le onun gitarı ve sesiyle yaptığı bu yolculuka onunla yürüdüm, her canlı performansını didik didik aradım. Şimdi yolculuğun bu durağı da (iyi ki) Küçük Çiftlik Park oldu. İlk duyduğumda Sharon'un İron Maiden, İnterpol gibi geniş kitleleri çağıran grupların çıktığı açık hava bir mekana neden davet edildiğini düşünmüş biraz da kızmıştım. Ancak mekanda kurulan sahne ve girişte verilen bahteniyeleri yere serip keyifli bir sohbet içinde sahneye çıkmasını beklemekte güzeldi. Kapalı bir mekanda biraz daha yakın ve daha sıcak mı olurduk? Evet. Ama pek de önemli değil çünkü tüm kendiliğiyle güzel bir konserdi.
image
Sharon tam vaktinde sahnedeydi, her zamanki gibi mütevazi tavrıyla bizi selamladıktan sonra son albüm Tramp'dan All I Can'le başladı. Geçmişe yönelik hesaplaşmaların, hayatını yeniden "yoluna koymanın" başlangıcı içinde olan bu şarkı aslında geri kalan öykünün de anlatılması için iyi bir başlangıç hem de iyi bir sondu. Ardından gelen Warsaw ve Epic albümünden Peace SignsSave Yourself, o kısacık saçlı kızın büyüdüğünün yanına katılan bir çok enstürmanla tek başına odasından çıkıp gitarı ve sesiyle yalınlığında, yalnızlığında dolaşan kişinin artık olmadığını söylese de o yine oralarda bir yerde ve yine güzel işler çıkarıyordu. Özellikle son albümde sesi müziklerin birazcık da gerisinde kalsa ve bunun sevmemiş olsam da konser içerisinde bazı şarkılara haksızlık ettiğimi gördüm. LeonardGive Out Sharon'ın kırılmış,içinde yoğrulduğu aşk hikayelerinin yine en saf şekilde dillendirildiği şarkılardı. İçimdeki bu geçmişe dair melankolik sevginin, onun sözlerinde ve yalın yalnızlığında yaşadığım özdeleşmişliklerin bazen yanıltıcı olabildiğini gördüm.
image
Değişmişti, saçları bile uzamış  o kısacık saçlı kız yoktu. Onu nereden tanıdığımıza inanamadığını birçok kez belirtti. Utangaçca sessiz kayıtlarda gönlündeki tüm doluluğu dayanamayıp dışarı saçan o kız olduğunu ama şartların artık değiştiğini kabullenmeye belki o da hazır değil. Ama bu değişim Sharon Van Etten'i daha tanınır kılmaktan öte değil o hala mütevazi ve naif. Elinden gelenin en iyisi ve ya daha fazlası değil hala All i Can de bahsettiği gibi hatalar yapmakta cünkü elinden gelen bu ki bu da benim için hala bir ümit ve ayakta kalma nedeni. Sharon hala beraber yürüdüğüm. Yine de Because i was in love'da duymak isterdim, o akustik konserlerinin güzel ince tınılarını. Belki bir gün yeniden mümkün olur, kim bilir?  O zamana kadar Serpents, A CrimeLove More, One Day gayet güzel çaldıkları tüm şarkılarla bu konserin anısı hala kulaklarımızda olacak. Bu yıldızlı, sıcak gece için teşekkürler!
Not: Fotoğraflar için Oya Yalcin'a çok teşekkürler!

Postman8


Broken


image
Bu seneki film ekimi takvimim de iş-güç gibi yeni tanıştığım ama pek de alışamadığım nedenlerden dolayı sadece birkaç film vardı. Bunlardan ilki ise yine bir iş arası koşuşturmacasında gittiğim Broken/Koşulsuz Sevgi 'idi.
Film öncesinde gördüğüm küçük teasarlar, güzel müzikler beklentilerimi arttırmıştı, heyecanla izlemeye koyuldum. Film İngiltere'nin neresinde olduğu belli olmayan belki de her yerinde olabilecek bir banliyö (suburb) de geçmekte. Öyle ki aslında bunun sadece filmin mekanı olmaktan çıkıp bir banliyö hikayesine de dönüşmeye "çalıştığını" söyleyebiliriz. Bu nedenle aslında filmin başrolünde gördüğümüz Skunk'ın bakış açısından ve onun hikayesinden ziyade birçok hikaye mevcut elimizde ama biz önce biraz Skunk'ı anlatmaya çalışalım. Skunk, henüz on bir yaşında yanağının yanında biten dümdüz saçları, oduncu gömlekleri ve erkeksi tavırlarıyla  erkek fatma diye adlandırılsa da aslında oldukça hassas biri. Tip 1 diyabet hastası olan Skunk her gece parmak ucundan şekerini ölçerek değerlerinin uygun olup olmadığını kontrol edip renkli kalemlerle özenle not etmektedir. Fakat küçük yaşında  annesinin abisi ve kendisini terk etmiş olmasına karşılık babasının üzerindeki hassasiyeti bazen Skunk'ı yorabilmekte ve küçük kaçışlar içerisine girebilmektedir ama yine de bakıcıları Kasia'yı da sayarsak  dört kişilik dengeli bir hayatları vardır. Ancak filmin daha henüz başında kanlı bir açılış sahnesinde bunun bozulmasına tanık oluruz. Komşularının oğlu Rick'in bir diğer komşuları olan Mr.Oswald tarafından yumruklanması ve Rick'in Mr Oswald'ın kızına tecavüzle suçlanması, tutuklanması sonucu banliyödeki tüm komşular bir şekilde bu durumdan etkilenir. Bu olayın daha sonra annelerini kaybeden ve babalarının bir türlü konrolü sağlayamadığı  Oswald'un kızlarının bir uydurması olduğu anlaşılsa da olan olmuştur artık. Rick'in psikolojisi bundan sonra bir türlü normale dönemezken Oswald'un kızları ise erken tanıştıkları cinsellikle her şeyin daha da karmaşıklaşacağı olaylara neden olmaktadır.
Hikaye bundan sonra bir yandan hala Skunk'ın içinden geçse de oldukça karanlıklara dalıp içimizde bizi koyu çizgilere sürükler. Bu sürükleniş içinde çok fazla şey anlatma derdinde olan film  bir türlü birleşememekte. Bütün hikayeler kendi içinde hem kapının içerisinden adımını atarken hem de o odanın içinde beş dakikadan fazla kalamıyor. Ne Oswald'un neler yaşadığını tam olarak bilebiliyoruz ne de Rick'in. Büyük bir karanlığın içinde gördüğümüz Rick yaşadıklarından dolayı mı buraya gelmiştir yoksa içindeki bir yer de bunu desteklemiş midir bir türlü anlayamıyoruz. Böyle bir suçlamanın altında kalmak ve bunun yüklediği ağır yükler önceden de çok güçlü olmayan birini yine de bir katil yapar mı? Her şey bu kadar sert aslındanın mı altına sığınmalıyız. Bunun yanı sıra bakıcı Kasia ve Cillian Murph'nin canlandırdığı Mike'ın hikayesi de nedir aralarındaki durum nedir, neden verilmiştir çözemedim. Belli ki yönetmen Rufus Norris çok şey anlatmak istiyor ama ne anlatmak istediği çok gerilerde kalıyor. Bir opera ve tiyatro yönetmeni olarak duyguların başarıyla geçirildiği birçok güzel sahneyi toplamayı başarıyor kuşkusuz ama bunlar doğru bir şekilde anlamlı bir bütünlükte bir araya geliyor mu emin değilim. Fakat görüntü yönetmeni Rob Hendy'nin de müziklerle birleşen kareleri övgüye değer. Işıklar, renkler ve kuşkusuz bir Brit Pop üstadı Damon Albarn bir araya geldiğinde yukarıdaki eleştirileri yapan ben hiç sıkılmadan da bu filmi izledim. Ama dediğim gibi çok şey anlatma derdinde olan bu film aslında daha az şey anlatırken aslında içine giren güzel havasıyla böylesine güzel karelerle daha fazla şey anlatabilirdi. 

Postman8

Sea Wolf- Old World Romance


image
İsmini Jack London’un 1904 yılında yayınlanan kitabı “The Sea-Wolf” dan alan Alex Church Brown’un projesi olan Sea Wolf, ismini aldığı yazar gibi California menşeili bir grup. İlk albümleri olan “Leaves İn The River”da daha önce The Shins, Band Of Horses, Fleet Foxes gibi isimlerle çalışmış olan Phil Ek’in de katkıları olmuş ki bu da beklentilerimizi biraz şekillendirebilir. Bu albüm aynı ismi taşıyan şarkısıyla akustik gitar tınılarıyla sakin bir başlangıç yapmış olsa da daha indie rock sınırlarında dolaşmaktaydı. Ancak şunu diyebilirim ki henüz tamamlanmamış bir puzzle gibi eksik bir görüntü verse de birleşmiş parçalarıyla daha da güzel olacağını hissettirmişti. İki sene sonra gelen ikinci stüdyo albümü “White Water, White Bloom“da bu çizgiyi düşürmeden fakat daha yavaşlamış ve ince ince sesler üzerinde ukeleleden gelen güzel melodilerle bizi çimlere uzandırmıştı. Fakat daha fazlası için üçüncü stüdyo albümleri “Old World Romance”e uğramamız gerekti.
Sea Wolf, Old World Romance albümünde için için gezen sonbahar havasını bu kez iyi kullanmış ve albümünü Sonbahar’ın başlarına denk getirmiş, isabetli olmuş. Fakat sonbahar deyince de hemen aklınıza dökülen yapraklar ve koskocaman rüzgarlar içinde kaybolmak gelmesin bu aslında bir yere geçemediğimiz ama bir yerde de kalamadığımız zamanları ifade etmekte. Eski anıların izleri ve yeni olacakların kaygıları içinde kaybolmak gibi. Ki Sea Wolf bunu pek güzel anlatıyor. Albümün ilk şarkısı olan “Old Friend”de de bahsettiği gibi yeniden yollara düşüyor ve geçmişle hesaplaşma başlıyor. Eve geliyor ve karşılaşmalar başlıyor. Bu eski bir sevgili (Priscilla’daki gibi) ya da “Kasper”deki gibi kendisi (kasperdeki gibi) de olabilir. Fakat geçmiş hesaplaşmaları sürerken albümün ilerleyen bölümlerinde ise geleceğe bir bakış başlar. Daha güçlü, daha emin :
“If I could surround you with beautiful sounds, I will
 If I, if I could repay you for coming to save me, I will
If I, if I could be who you want me to be, I will
If I, if I could surround you with beautiful sounds, I will, I will, I will.” 
Sanırım bu eminlik albümdeki her sese yansımış. Fakat  albümün sahip olduğu bu iki bölümlülük içinde birinci bölümde kalan şarkılar yani eski hikayelerin izinde olanlar bizi biraz daha güçlü duygulara sürükleyebiliyor. “In Nothing”, güzel gitar tınıları ve Church’un fazla yükselmeden  yaptığı çıkışlarıyla kafiyeli sözleriyle güzel bir çıkış şarkısı olması  yanı sıra  onu takip eden ”Priscilla”da  karşılaşmalar içinde tüm tonlarıyla yerli yerinde bir şarkı. Albümün ikinci yarısını temsil eden yukarıda sözleri yer alan “Miracle Cure”ne kadar güzel sesler sunacağına dair kararlılık içinde sözler verse de kapanışında yer alan "Whirlpoor”u tüm karamsarlığıyla daha gerçekçi buluyorum. Albümün sonuna gelirken bizi içine çeken gölgeler içinde geçmişle yüzleşme hali her zaman bir sonuç vermese de bunu yapmamız gerektiğine dair duruş bence gayet yerli yerinde. Burada Sea Wolf için önemli olan anlatmak istediğini dinlenebilir bir şekilde geçirebilmesi ve bu iki bölümlü yolculuk içinde sonunda bunu anlatılabilir güzel bir formda birleştirebilmesi. Zamanın tüm hızına rağmen bazen belirsiz ve uzak kalan tüm sıcaklıklar ve içimize koşturan soğuklar içinde dinlenebilecek benim gibi bu gri günlerde çalıştığınız kafenin arka fonunda içinizden uykuyu kaçırmaya çalışırken size eşlik edebilecek şarkılar, iyi dinlemeler!

Postman8

Re-Cordis'ten alıntıdır.
İşte yeni adresimiz Re-Cordis
Dediğim gibi  farklı isimlerle ve daha kalabalık.
Bizi izleyin!