29.1.11

Cut Copy-Zonoscope



Avustralya Melbourne'lu  Cut Copy üçüncü stüdyo albümleri "Zonoscope" u 8 Şubat'ta yayınlamaya hazırlanıyorlar.Temmuzdan beri ufak ufak sızıntılarla onları bekleyen bizler dayanamadık albümü de zamanından birazcık önce de olsa dinlemeyi başardık.Take Me Over, Where I'm Going yanı sıra albümün açılışını yapan Need You Now, Blink And You'll Miss a Revolution, Alisa ilk dinleyişte kulağımıza takılanlar oldu ve diyebiliriz ki bu sene bolca dinleyeceğimiz yine eğlenceli ve şımarık bir albüm bizi bekliyor. İyi dinlemeler!


Elbow-Lippy Kids

Elbow, yeni albümü Build a Rocket, Boys! la çok kısa bir süre sonra aramızda olacak.7 Mart'ta çıkacak albümün öncesinde Blueprint Studios' da şimdiden kalbimizi çalan yeni şarkıları "Lippy Kids"i çalmışlar.Buyrunuz efenim!

28.1.11

İF Zamanı!


Şehrimizin güzide bağımsız filmler festivali İf  İstanbul 2011 başlıyor.17-27 şubat arasında bu sene 17 kuşakta dolu dolu bir film programı hazırlanmış bizlere. Keş!f, Hit Filmler, Restospekt!f, Sesli Yaşam, Fantastik Filmler, Ne Kadar Gerçek O Kadar Kurgu, Dünyanın Çivisi, Açılıma Devam, Gökkuşağı, Y-eni Kuşak, !f Kült, !f Bonus, !f Kısalar, Nöbetçi Sinema, !f Özel Gösterimler ,3D özel ve Film Foward isimli Sundance Özel bölümü olmak üzere olan bu bölümlerde bir çok film izleyicisini beklemeye başladı.Özellikle kültürler arası diyalogu geliştirme amacıyla oluşturulan Film Forward adlı programa seçilen 14 merkezden biri olan İf İstanbul, Sundance 2011 filmlerinden olan yepyeni üç film bu kuşakta gösterilecek.Amreeka filminin yönetmeni Cherien Dabis'le Sundance atölyesi yanı sıra önemli bir konuğu da ağırlamaya hazırlanıyor festival: 89 yapımı Santa Sangre filminin de yönetmeni olan Alejandro Jodorowsky.Şimdiden merak konusu olan bu özel bölüm ve bir çok etkinlik şubat ayında bizleri bekliyor.Biletlerin 8 şubatta satışa çıktığını hatırlatıyor ve iyi seyirler diliyoruz!



!f istanbul 2011 trailer from !f istanbul on Vimeo.

Twin Shadow-Slow (Akustik)

Biraz da akustik dinleyelim mi?


                                         I don't wanna, believe, be but, in love
                                         I don't wanna, be, believe, in love

23.1.11

İngiltere Semalarından Diziler!No:3

İngiliz dizileri dosyamıza biraz geç de olsa devam etmek istedik.İşte karşınızda Sherlock

Sherlock


İfla olmaz bir polisiye sever misiniz?Sizi hem güldürüp hem kızdıracak  karekterlere tutkun musunuz? O zaman sizi hemen sherlock ile tanıştıralım.Durun bir dakika siz onu zaten tanıyorsunuz değil mi? Hayır bu biraz farklı bir " sherlock"...
Son zamanlarda artan  Sherlock Holmes yeniden uyarlamalarının biri de 25 Temmuz 2010'da ilk bölümü gösterilmeye başlanan bbc'nin "Sherlock"'u oldu.Özellikle 2009 yapımı Guy Ritchie'nin çektiği ve son duyumlarımıza göre ikincisinin de çekilmekte olduğu filmini baz almamanızı umarız çünkü bu çok faklı bir Sherlock.Filmdeki gibi bir aksiyondan öte bir karakter polisiyesi tıpkı sherlock holmes romanlarında da olduğu gibi ama çok önemli bir detayı atlamamalıyız bu kez 21.yy Londra'sındayız  huysuz,muzhip ve tek başına yaşıyan Holmes'umuz 221 Baker Caddesindeki evine bir ev arkadaşı arıyor ve bir arkadaşı da onun gibi ev arkadaşı arayan kadim "dostu" olacak olan  Doctor Watson'la onu bir araya getiriyor.İlk bölüm bu bir araya geliş hikayelerinin yanı sıra anlamsız biçimde şehrin bazı yerlerinde art arda intihar eden insanların gizemini çözmeye çalışmalarını sonraki bölümde ise bir müzedeki kaybolan bir görevli ve ilginç sembollerin peşine düşmelerini ve  son bölümde öldürülen bir hizmetlinin hikayesini anlatıyor.
Watson, Afganistan'daki askeri doktorluk görevi süresinde hem fiziki hem de psikolojik olarak yaralanmış olan  kimi zaman Sherlock'a kıyasla çok daha uyumlu biri görünse de marketteki bir digital kasayla bile tartışabilen aslında çok da anlaşılamayan bir karakter.Ve Sherlock, ki sanırım ondan çok bahsetmeye gerek yok hepimiz bir şekilde tanıyoruz onu yüksek IQ'su ,sivri dili ve kişisel dedeftiklik maceralarıyla oldukça eğlenceli bir karakter ve bir blog yazarı aynı zamanda (gerçekten böyle bir blog var merak edenlere http://www.thescienceofdeduction.co.uk/ )  ve Benedict Cumberbatch bizce bu rolde iyi bir iş çıkarıyor.Bembeyaz teni ve masmavi gözleriyle ilk bakışta nasıl bir Sherlock olacağını keşfedemeseniz de Robert Downey'den çok daha iyi bir iş çıkarmış diyebiliriz.Çünkü bazen yeniden uyarlamalarda o karakterden bağımsız kendinizinkini bulmanız gerekir.Ve Benedict'inki de böyle bir karakter.Watson'ı canlandıran Martin Freeman ve Doctor Who'nun başarılı senaristi Steven Moffat dizinin diğer güzellikleri.Ancak bölüm süreleri diğer dizilerin aksine  uzun özellikle son zamanlarda yarım saatlik keyifli dizilerin içine dalmışsanız (bizler gibi) biraz zorlanmanız mümkün çünkü 85 dakika kadarcık bir diziden bahsediyoruz.Ama şunu diyebilirim ki birazcık sabırlı olun çünkü bu 85 dakikalık 3 bölüm  size az  geleceğini ve bizim gibi sabırsızlıkla 2011 sonbaharında yayınlanacak ikinci sezonu  bekleyeceğinizi umuyoruz ve iyi seyirler diliyoruz!

4.1.11

"Yekta Kopan'dan alıntıdır."


Aronofsky: Ölümsüzlük ne yana düşer?


Odalarda dolaşmayı seviyor Aronofsky. Evlerin dış dünyaya kapalı odalarında ve karanlık koridorlardan ulaşılan –kimin kapısı kilitli- hafıza odalarında. Filmin bütün yükünü taşıttığı öznesiyle birlikte o odalarda bir aşağı bir yukarı yürüyor; bir çeşit bitmek bilmez tutukluluk hali, bir çeşit kişisel hapishane. Çoğu zaman kamerayı o öznenin tam da sırtına yüklüyor, hayatın bütün dertlerini taşıttığı kahramanının, sırtındaki kamerayla, biz izleyicileri de taşımasını istiyor.


Yakın durmayı seviyor Aronofsky. Hikayenin bir parçası olmamızı sağlayacak kadar yakın tutuyor bizi kahramanına. Onunla uzun yürüyüşler yapmamızı istiyor, onun kadar yorulmamızı. Onunla karanlığa –ve karanlıklarla dolu odamıza- kaçmamızı, onunla “kafa olmamızı”, onunla ölüme doğru ilerlememizi, onunla bir ringde ölümüne dövüşmemizi ya da bir sahnede ölümüne dans etmemizi. Onun sinir hücrelerine kadar yaklaştırmak istiyor bizi. İzleyicisini, kahramanının içine almak için o kadar yoğun bir çaba veriyor ki, bir süre sonra izleme anının kendiliğinden var olan nesnelliğindeki payandalar çöküyor, kahramanın korkusu ortak payda haline geliyor.


Korkuları seviyor Aronofsky. Bütün kahramanları yaşamdan ve ölümden aynı ölçüde korkuyorlar. Büyük yapının parçası olamamaktan korktukları kadar yapının içinde eriyip gitmekten de korkuyorlar. Bu ikililik hali içinde izleyicinin de eriyip gitmesini istiyor Aronofsky. Bu büyük salınımın, iki uçta olma halinin duyguları da alt üst edeceğini biliyor.


Melodramı seviyor Aronofsky. İzleyicisini kahkahadan çok gözyaşına yakın tutuyor. Ama bunun kaynağını, kaba bir duygu sömürüsünden çok, kahramanını düşünsel acının ortasına yerleştirmekle yapıyor. Öyle bir acı ki o, yönetmenin kadrajını bile belirliyor. Melodramla olan ilişkisi, giderek klişeleri zorlamaya dönüşüyor. Bilinenin üstüne bilerek gidiyor Aronofsky. Kimi zaman düşmüş bir yıldızı filminin baş kahramanı yaparak kişisel melodramı bile kurmacasının bir parçası haline getiriyor.


Fiziksel acıyı –en az ruhsal acı kadar- seviyor Aronofsky. Beden eriyor, ölüm geliyor, kemikler kırılıyor, tırnaklar düşüyor. İnsan bedeni (bu noktada kahramanla bütünleşmiş izleyicinin bedeni) çürümeye mahkum. Bu kaçınılmaz gerçek, yaşam-ölüm, gençlik-yaşlılık, güç-güçsüzlük eksenlerinde, izleyenin de bedeniyle hesaplaşmaya girmesine neden oluyor.


Kahramanının geçmişle kurduğu bağı (hatta hala geçmişte yaşıyor olma durumunu) seviyor Aronofsky. Ölüm korkusunun başka bir tezahürü olarak, genç ve güzel, genç ve başarılı olunan günlere özlem, kahramanın-hikayenin ve izleyicinin bir parçası haline geliyor film boyunca. Temel mesele dönüp dolaşıp ölümsüzlük isteğine dayanıyor.

Darren Aronofsky’nin Oscar yarışında birden çok kategoride adı geçen ve en iyi kadın oyuncu adaylığı (hatta zaferi) kesin gibi görünen son filmi Black Swan 25 Şubat 2011’de vizyona girecek.