21.5.11

The Walkmen & Twin Shadow @Babylon

Çarşamba günü Babylon'a konuk olan The Walkmen ve Twin Shadow ikilisinin birlikte konser vereceklerini duyar duymaz çok heyacanlanmış ve şaşırmıştım.Uzun zamandır süre gelen bir türk ön grup ya da dj set durumunu oldukça aşan bir seçim olmuştu Twin Shadow.İlk albümü "Forget"le sesini epey bir duyurmuş ve tek başına da gelebilecek bu grubu Walkmen'le dinlemek büyük bir zevk olmuştu.


Twin Shadow, Dominik doğumlu ve Florida'da büyüyen George Lewis Jr. 'ın bir projesi Grizzly Bear'ın yapımcısı Chris Taylor'un yardımcı olmasıyla çıkan ilk albüm "Forget"  indie müzik dünyasına hızlı bir giriş yaptı diyebiliriz.Yıl sonu müzik listelerinde gelecek vaad eden yerlerde duran bu grubu merakla bekliyordum, şurada ve burada da şarkılarını paylaşmıştım.Albümlerinin neredeyse tamamını çalan grup daha sert,punk bir şekilde yorumladı.Canlı performansları da beklediğimden çok daha başarılıydı.Tabii ki buna George Lewis Jr.'ın uçuşan saçını ve konserin başında kırdığı potları eklemiyorum.İstanbul'un grubu kurduğunda gelmeyi beklediği en son şehir olduğunu söyleyen Lewis bunu toparlamaya çalışsa da çok iyi yapamadı ama ardından gelen güzel konserle seyircilerin gönlünü almayı başardı sanırım.Konserin sonuna doğru önce yavaş yavaş girdikleri Lewis'in mırıldanarak söylediği Slow'un sözleri ve sonrasında hızlanışı seyirciyi hareketlendirmiş ardından gelen Castles in The Snow'la punk synth'leri yukarı tırmanmıştı.Bir de yeni şarkılarını seslendiren grup kapanışı da son videoları olan  At My Heels'le yaptı.The Walkmen öncesi kafaları tazeleyen,ayaklandıran güzel bir müzik sunan Twin Shadow'u ve sonraki çalışmalarını takip etmeye devam edeceğiz gibi duruyor.


Kısacık bir aradan sonra The Walkmen sahneyi devraldı.You & Me albümünün  gitarları ve ıslıklarıyla girdaplı şarkısı On The Water'la başladı konser ve onu son albümlerinin içimde her şeyi yıkma,yıkıp geçme isteği uyandıran ve "life goes on, life goes on all around you" sözlerine sahip şarkısı "Angela Surf City" izledi ve hemen arkasından da yine You & Me albümünün bir başka güzel şarkısı " In the New Year".Olduğum yerde çömelip duvara sırtımı dayayıp dinlemek istedim.Öyle çok anı öyle çok içime işlemiş söz vardı ki Hamilton Leithauser sık sık giydiği adeta üniforması olmuş ceketi,gömleğinin mütevaziliği ve güzel yorumuyla beklediğimden çok daha fazlasıydı.Blue As Your Blood, Canadian Girl, Victory, While I Shovel The Snow, All Hands And The Cook, Woe Is Me, The Rat , Juveniles, gibi eski-yeni birçok şarkılarını söylediler.Kapanışı da ilk albümleri Everyone Who Pretended To Like Me Is Gone'dan Blizzard Of ’96 ve We’ve Been Had'le yaptılar.
Konser bitip eve dönüş başladığında bütün albümlerini yeniden tekrar tekrar dinlemek istedim ve içimde hala bir ses tekrarlıyormuşçasına biraz hava da yürüdüm.2000'den bu yana dopdolu bir geçmiş ve hala daha fazlasını veren çünkü yaşayan, içten bir grup, beklentilerimizin de üstünde güzel bir gece yaşattılar bize.

20.5.11

Fleet Foxes

  


Fleet Foxes'la ilk tanışmam yan odamdan duyduğum uzaktan uzağa içime işleyen melodilerle olmuştu. Kısa bir süre içerisinde kendilerini tanımış ve aynı adı taşıyan ilk albümlerini de uzun zaman bir parçammışçasına içimde gezdirmiştim. Aradan üç sene geçtikten sonra  kendime ve elimde duran bu on iki şarkılık yeni albüme baktığımda ikimizin de değiştiğini görüyorum. Herkes ve her şey gibi. Yine değişeceğimi ve değişeceğini bilerek yer yer muzip, yer yer olgunluk ve adanmışlık içindeki bu yolculuğa çıkıyorum. 
2008 yılının başlarında çıkardıkları Sun Giant Ep’si ile büyük beklentiler yaratan Seattle’lı  grup albümü bir inziva içinde değil gündelik yaşantısı içinde doldurmuş ve Amerika’nın herhangi bir yerinde doldurulabilecek bu albüm aynı zamanda Amerika’nın herhangi bir  yerindeki insanları anlatıyor.Kocaman koşuşturmalar içinde küçücük kalan insanlardan çok her günü birbirinin aynı gibi görünen kocaman bir varlığın hiçliğinden çok daha fazlasını yaşayan insanların hikayelerini anlatmaya çalışıyor.Rock, blues ve folk tarihinin harmanlaması olan bu anlayışla birilerinin Amerikan rüyası diye sunduklarına karşılık kasabaların içine dağların arkasına tırmanan Bob Dylan,Neil Young ,Hank Williams gibi isimlerden etkilenerek kendilerine bir yol çiziyorlar.Beş şarkılık bu kısa albüm folk,barok ve harmonik müzikleri birleştiren elementler taşıyor.İlk şarkı olan Sun Giant’ın başını süsleyen kilise korosu izleri, Drops in The River’ın  içindeki sessiz başlangıcı izleyen yükseliş,davul ve gitar tınıları onu izleyen Mykonos. Zarif ve harmonik melodileriyle bu kısa albümün bir başlangıç olmaktan öte oldukça olgun ve folk-rock geçmişinin ince izlerini taşıyan bir çalışma olduğunu da göstermekteydi.
Aynı yılın haziran ayında çıkan kendi adlarını taşıyan ilk albümleri samimiyeti ve duruluğuyla içinden tek tek şarkılar seçip değerlendirmeyi zorlaştırıyor.Kat kat örülmüş armoniler,gitar tınıları ve mandolin sesleri içinde Robin Pecknold’un kimi yerlerde sesini adeta bir ağıt yakarcasına yükseltip kimi yerlerde ise fısıldıyormuşçasına düşürürken yakaladığı denge ile kalbimizi çalmayı başarıyorlar.Sun It Rises ile a capella başlayan albüm yavaş yavaş ilerleyerek White Winter Hymnal da  natüralist karakterini çiziyor, Tiger Mountain Peasant Song , He Doesn’t Know Why gibi örnekler yanı sıra yavaş yavaş hızlanıp güçlenen Your Protector gibi güzel gitar soloları, Blue Ridge Mountain gibi piyano ritimleri taşıyor ve yine bir a capella Oliver James ile bitiyordu.


2009 yılında turneleri sonrasında yeni albüm çalışmalarına hazırlanan grup 3 Mayıs çıkış tarihi olmak üzere (biraz öncesinde albüm internete sızmıştı) ikinci stüdyo albümleri Helplessness Blues’u yayınladılar.
Helplessness Blues, geçmişi geride bırakan yeni kapılar açan bir albüm. Albümün baştan sona dinlediğinizde birçok parçanın temellerinin benzer olduğunu görüyorsunuz ama Fleet Foxes her şarkıya derinlik katacak doğru ses ve sözleri bulmayı iyi başarıyor. Bulanıklık içinde olmadan benzer bir tempoyla anlamlı basitlikler kuruyor.Pişmanlık, hüzün ve yalnızlık üzerinden süren kişisel bulmacalar çözülmeyi beklemiyor sadece sesini duyurmak istiyor aynı Sun Giant Ep’nin arkasında yazdıkları gibi  “ dünyanın bir zamanlar olduğu en güzel hali müzikle yad etmeye” çalışıyor.Başlangıcını da tüm bu hisleri harmanlayan bir geçmiş-şimdi sorgulaması içindeki Montezuma ile yapıyor.Aslında Montezuma derin bir pişmanlık anlatıyor. Sahip olduğu tarihi referans da bunu  gösterir nitelikte.Montezuma, Meksika Asteklerinin eski bir lideri, bir rivayete göre kendisi korkak olması ve halkını koruyamaması nedeniyle taşlanarak öldürülür.Başka birinde ise yine kendi bazı hatalarından da kaynaklı olsa da düşman tarafından öldürülür. Bu öyküden ismini alan şarkı geçmişe dönük bir sorgulama yapıyor içinde:
So now I am older than my mother and father,when they had their daughter,now what does that say about me “ “Oh man what I used to be, Oh man oh my oh me “
Ardından gelen Bedouin Dress daha çok yalnızlık içinde bir sorgulama yaparken, Onu izleyen Battery Kinzie sıcak bir denge sağlıyor.Albüm çıkmadan duyduğumuz ve belki de iyi ki ilk duyduğumuz şarkı olan Helplessness Blues ise sözlerin,olgunluğunun tırmandığı bir noktada karşımıza çıkıyor.Artık hayal ettiğimiz,sahip olmak istediğimiz bir hayatın imgesinden öte yaşanmışlıkların bıraktığı izlerle geleceği nasıl yürüyeceğimizi düşündürüyor.
“I was raised up believing, I was somehow unique,
 Like a snowflake distinct among snowflakes
 Unique in each way you can see
 And now after some thinking,I'd say I'd rather be
 A functioning cog in some great machinery
 Serving something beyond me “

Kendimizden uzaklaşarak neyi,neden yaptığımızı nereden nereye geldiğimizi sorguluyor.Çarkın bir parçası olup kendisinden bir şeyler sunulmasını izliyor.Fakat bir gün kendisi için de döneceğini bilerek kendini saklayıp,devam ediyor ve ardından  Lorelai ‘de daha da yüreklenerek, pastoralliğini ve şiirselliğini sürdürüyor.
The Shrine/ An Argument ve The Plains-Bitter Dancer albümün en deneysel parçaları kimi yerlerde psychedelic özellikler taşıyorlar.The Plains-Bitter Dancer’ın başındaki arkadan gelen tef sesi ve uzun gitar solosu onu izleyen sesler  iki dakika boyunca yavaş yavaş yükseldikten sonra artan vokal ve perküsyonlarla albümü daha da zengin kılmış.The Shrine-An Argument için Robin Pecknold bir röportajında “canlı olarak çalmak için heyecanlanacağınız özellikle bir şarkı var mı ?” sorusuna gülerek “çalmak için heyecanlanmayacağım bir şarkı var o da Shrine-The Argument” demiş.Sekiz dakikalık ve üç bölümden oluşan bu  şarkı  pastoral özellikler taşıyor  (“Green apples hang from my tree,they belong only to me”) ve yer yer karanlığa kaçışı ve ardından yeniden doğanın içine dönüşüyle ve bu geçişler sırasında ki başarısıyla dinlemekten heyecan duyduğumuz bir parça.Akustik gitar ,Flüt,piyano,viyolonsel,antik bir enstrüman olan marxophone gibi bir çok müzik aletinden faydalandıkları tüm albüm boyunca 
albümün kapanışını da müzikal olarak oldukça güçlü olan, içimizi mutlulukla dolduran Grown Ocean'la yapıyor ve yeniden umut eden/ettiren bir muzaffer duygu içinde bize veda ediyorlar.
Son olarak kendi sözleriyle biraz nefes almak,alırken de çok da fazla karanlığa kaçmama derdinde olan bu albüm sanırım bir süre daha içimizde gezinecek gibi duruyor.                                                                                                                        

6.5.11

Wild Beasts-Interview 2

Bir de La Garage Sessions'dan  Reach a Bit Further , Bed Of Nails, Deeper


Wild Beasts, la garage session from Télérama on Vimeo.


Wild Beasts, interview from Télérama on Vimeo.

Wild Beasts-Interview

Albümün çıkmasına sadece 3 gün kala küçük bir araştırma sonucu albüme ulaşmış olmanın ve dinlemenin mutluluğu içindeyken bir de BBC 6'ya yaptıkları bu güzel röpörtajı buldum."Plaything","Deeper", "Albatross ve son olarak da "Loop The Loop" 'u seslendiriyor grup.

Wild Beasts-Plaything


Wild Beasts- Deeper & Albatross


Wild Beasts- Loop The Loop



4.5.11

Baths - ♥

Seni rüyamda görürüm her gece. Ondan bundan konuşuruz. Güneşten, bitmek tükenmek bilmeyen kıştan.Gülüşüme karışan gülüşün ısıtırken içimi, yürüdüğümüz her yolu hafızama kazır yeniden yürüyemeyeceğimiz her günün hüznünü yaşarım .Sonra geldiğimiz sahil kenarında suyun akışıyla sakinleşir, kafamı omzuna yaslarım.Uzakta bir yerlere uzatır ellerimi  " neresi ? " diye sorarım.
Cevap vermezsin, ağır ağır saçlarımın içinde dolaştırırsın ellerini ve güneş batarken omzumdan hiç bitmesin dediğimiz gece başlar arkamızdan.Ne olduğunu anlayamadan tükenir zaman, sessizce.Rüya gibi.