23.2.13

Silver Linings Playbook


image

Geride bıraktığımız yılın en çok konuşulan filmlerinden biri olan Silver Linings Playbook, Hollywood'un önemli gecesi Oscar ödül töreninde yarın akşam  En iyi Yönetmen ve En iyi Film de dahil olmak üzere  toplam sekiz dalda yarışacak. Filmin yönetmeni David O'Russel daha önce 2010 yılında The Fighter'la yine en iyi yönetmen dalında Oscar'a aday olmuştu. Daha çok  topluma uyum sağlamada güçlük çeken karakterlere filmlerinde yer veren Russel, bu  kaçık, tuhaf, uçuk diye nitelendirilebilecek tipleri anlatabilecek en iyi kişilerden biri. Kendisi de Hollywood içinde bir bakıma böyle değerlendirilen, daha önce sette yaşamış olduğu olaylarda öfkesini güçlükle kontrol etmesiyle bilinen biri. Bu nedenle Bi-Polar Bozukluğu olan Pat'in hikayesini anlatan, 2008 yılında henüz yayınlanmadan hakları bir film şirketi olan Weinstein Company tarafından satın alınan Matthew Quick romanı Silver Linings Playbook'u filmleştirmesi beklenmedik bir şey değil. 
Film, sekiz ay sonra Bi-Polar Bozukluk nedeniyle girdiği rehabilitasyon merkezinden yeni çıkan Patrick Saltano Jr. (Bradley Cooper) onu karşılayan annesi Dolores (Jacki Weaver)  ile  birlikte aile evine geri dönmesiyle açılır. Bu süreç elbette kolay olmayacaktır. Rehabilitasyona girmesine neden olan eski karısıyla yaşanan "olay" ı atlatamamış olan Pat,  karısını yeniden kazanmayı takıntı haline getirmiştir. Toplumsal hayata bir türlü adapte olamayan  yalnızca Hemingway, kitabının sonunu üzücü bir şekilde bitirdiği için bile romanı fırlatıp gecenin bir yarısı ailesinin odasına gidip çıldırabilecek (ki Silahlara Veda'yı okuyan bilir çok da haksız sayılmaz aslında) bir durumda. Her gün eşofmanlarının üzerine geçirdiği siyah çöp poşetiyle koşan ve öfkelenmesine neden olayları aklından atmaya çalışan Pat, bir gün bu koşu sırasında eski bir arkadaşına rastlar ve onun yemek davetini kabul eder. Bu davette arkadaşının eşinin kız kardeşi olan Tiffany (Jennifer Lawrence) ile tanışan Pat'in  hayatı o günden itibaren beklenmedik bir şekilde Tiffany ekseninde dolaşmaya başlar. Tiffany,  kısa bir süre önce Polis olan eşini kaybetmiştir ve yaşadığı psikoz içinde ani öfke patlamaları yaşamaktadır. Roman da yanıtı sona saklanan ama filmde çok beklemeden anlatılan işten kovulma olayı bir türlü yakasını bırakmamaktadır. Filmin geri kalanında da bu iki karakter umut ışıklarını beraber aramaktadırlar.
image
Silver Linings Playbook, izlendiğinde seyirciyi salondan gülümseterek çıkaran, iyi hissettiren filmlerden (feel good movies), kimi zaman komik kimi zamansa duygusal bir dille  anlatılsa da aslında ne yaşayan kişi ne de ailesi için Bi-Polar Bozukluğun kolay olmadığına değinmeye çalışıyor. Bunu yaparken ne tamamen bir drama dönüştürüyor ne de önemsizmiş gibi gösterecek bir Hollywood romantik komedisi içine dalıyor. Kuşkusuz bu duyguları bize hissettirme de oyunculukların etkisi büyük. Pat karakterini canlandıran Bradley Cooper açık söylemek gerekirse beklemediğim bir performans sergiledi. Malum kendisi "yakışıklı" sıfatının arkasına fazlasıyla sokuluyor ve oyunculuğu da pek fazla övgü toplamıyordu. Bu filmde ise kesinlikle aşırıya kaçmadan yerinde bir oyunculuk sergiliyor. Ancak filmi sürükleyen Jennifer Lawrence'la yakaladıkları uyum oluyor. Son senelerin umut vaadeden oyuncularından olan Lawrence 2010'da Winter's Bone'da  ailesine bakmaya çalışan "Ree" karakteriyle En İyi Kadın Oyuncu ödülüne aday olmuştu. Ardından gelen film seçimlerini çok başarılı bulmasam ve gişe filmleri oyuncusu olmasından korksam da bu iki sene içinde kendini oldukça geliştirmiş. Yirmi iki yaşında olmasına rağmen rolünü öyle bir üstleniyor ki bunu hiç hissetmiyorsunuz. Aniden Pat'in karşısında belirirken ki ifadeleri ya da Tiffany'nin öfke nöbetlerini aktarırken ki doğallıyla Lawrence daha uzun yıllar iyi işler yapacak gibi görünüyor. Aynı şekilde bir oyuncunun yedisinde yetmişinde daima kendini geliştirerek o ruhu nasıl koruduğuna müthiş bir tanık Robert DeNiro.  Kendini bahislere ve Amerikan futboluna kaptırmış, Pat gibi öfkeli ve çabuk parlıyor fakat bununla yaşamayı sürdürmüş biri. Tüm yaşananlardan sonra eve dönen oğlunu her ne kadar kabullenmek istemiyormuş onun fotoğrafı yerine belki de daha "normal" gözüken abisinin fotoğrafının büyütüldüğü bu evde aslında oğluna yeniden yer açmak istemektedir. Kendisine şans getirdiğini söyleyerek oğlunu kendiyle  maç seyretmeye ikna etmeye çalışan De Niro aslında tek istediğinin onunla biraz vakit geçirmek ve her şeyi yoluna koymak istediğini birçok sessiz anda anlatmaya çalışır. image

Klişe olan hareketler, basit noktalar ya da tam tersi yenilikçi ve karmaşık olan konular hepsi birbiriyle iyi bir şekilde harmanlanıyor ve ustaca yönetiliyor. Hiçbir şey çok fazla gelmedi bana kimi eleştiriler de senaryo kısıtlı Chris Tucker'ın daha çok rolü olsaydı gibi şeyler okudum. Eğer bu şekilde olsa klasik bir Hollywood komedisinden bir farkı kalmazdı. O durumda Bradley Cooper'da yine Hangover misali gişe filmlerinin oyuncusu olarak tanınmaya devam ederdi ki bu da talihsiz olurdu. Cooper'ın kariyeri bundan sonra ne olur bilmiyorum. Belki yine gişe de başarılı olacak "Yakışıklı" Bradley  etiketi üzerinden devam eder ancak bu film onun için önemli bir noktada kalacak aynı şekilde Lawrence içinde. David O Russel'a gelince yaptığı diğer işler arasında gülümsenerek hatırlanacak filmlerden biri olması dışında aynı zamanda özel yaşamında da bir şeylerin ifadesi olduğunu düşünüyorum.  Bir mücadelenin saplantılarla, gerçeklerle ve toplumun seni yapmak istediği olması gereken çevresinde boğulurken aslında etrafındaki hiç kimsenin normal olmadığı kiminin evde yalnız kalamadığı kiminin karısının konusmalarına daha fazla dayanamadığı, ölümle, hayatla sürekli yüzleşmeler içinde aslında zaferlerin olmadığı sadece daha fazla umut ışıklarının yakılıp kimi zaman da sönerek bir girintili çıkıntılılık içinde devam edilen bir yaşamı anlatıyor. Bunu bize anlatırken biraz da belki kendine anlatıyor. Her şeyin düzeleceğini vaad etmiyor sadece belki bir dans belki  bir futbol maçı hayata bir yerlerden tutunup devam etmek gerektiğini yumuşak ve dikkatli dokunuşlarla aydınlık hedefler koyarak gösteriyor.
Postman8

La Blogotheque- Music Now Festival


image

Güzide müzik sitesi La Blogetheque'in 2006'dan beri yaptığı  The National'dan Bryce ve Aoran Desner'ın desteklediği proje de Philip Glass, Sufjan Stevens, Grizzly Bear, Joanna Newsom, Robin Pecknold ve Justin Vernon gibi isimler bu festival kapsamında canlı performanslar sergilemişlerdi.
2011'de ise Justin Vernon ve Megafaun bir araya gelmiş hatta Sevgili Sharon Van Etten ve Owen Pallet de onlara katılmış, gerçekten güzel işler çıkmıştı. Bu sene de 12 Nisan-13 Nisan'da gerçekleşecek etkinliği merakla beklerken bakın nasıl performanslar yaşanmış.
Sharon burada Little Screamîn The Golden Record albümünden "Letter" şarkısını yeniden yorumluyor. O incecik gitar tınılarıyla sanki yanı başımızda... 
İkinci video da Owen Pallet ki kendisine olan sevgim dillere destan. Yaptığı işin hakkını veren, iyi bir müzisyen Pallet. Burada da yine kemanını kimi zaman parmaklarıyla kimi zaman Robin Hood misali sırtına gizlediği arşesiyle yine çok fonksiyonlu bir şekilde kullanıp Memorial Hall'un kolidorlarını arşınlıyor. 

Postman8

Tortoise @Borusan Müzik Evi



image




Uzun zaman olmuştu yine bir konser için yollara düşüp yağmur çamur demeden en önlerden yerimi almayalı. Amma velakin Tortoise'in Borusan Müzik Evi'ne  konuk olmasıyla bu konser özlemi de sona erdi. Dün tüm bu bahsettiğim yağmur çamur benzetmeleri de gerçek olup çıktı ve en önde zar-zor da olsa yerimizi aldık. Çok geçmeden Doug Mccombs, John McEntire, Dan Bitney, Jeff Parker, John Herndorn'dan oluşan grup sahnede yerini aldı ve "High Class Slim Came Floatin' In" ile iyi bir başlangıç yaptı. 
90'lı yılların Chicago menşeili grubu Tortoise,  basçı Doug Mccombs tarafından kurulmuş dönem içerisinde post-rock, progressive rock gibi tanımlamalar içerisine sokulmuş olsa da yaptıkları müzik zaman içinde  sürekli şekillenmiş bir grup. 1994 yılında kendi adlarıyla çıkardıkları ilk albümlerine baktığımızda daha mid-tempo kayıtlar duyabiliriz. Onu takip eden ikinci albüm "Millions Now Living Will Never Die" dan ziyade üçüncü stüdyo albümleri olan "TNT" grubun daha dub, elecronic bir havaya büründüğünün habercisi olmuştu. Bu albümde aralarından ayrılan David Bajo'nun yerine gelen Jeff Parker'ın daha funky gitar tınıları özellikle dördüncü albüm Standarts'ta kendini gösterdi. Bu albümde yer alan, öne çıkan şarkılardan biri olan ispanyol gitar tınıları olan "I Set My Face To The Hillside" albümün en karanlık şarkısı belki fakat bu latin tınıları Standarts'da "Eros" la daha da evrildi.  Aynı şekilde "In Sarah, Mencken, Christ And Beethoven There Were Women And Men " ise albümün en minimal şarkılarından biri ve her defasında dinlemesi bir başka rahatlatıcı ve güzel, yine güzeldi.
2001'lere gelince Standarts'la beraber post-rock içine kısılıp kalamayacak kadar minimallik, jazz stilleri, elekrtonik ve dub karışımlar geliyor. Grubun ivmesinin  popülerlik anlamında artmasının yanı sıra en dinamik albümleri de olan Standarts derinlikli ve en önceden bilinmeyen, yeni bir boyut kazanan grup maceracı ve kaotik sesler üretiyor. Adeta post-rock'tan jazz'a, elecronica'ya bir Amerikan müzik tarihini yeniden yorumlayan albüm tüm bu seslerle yükseliyor. Gruba bir önceki albüm olan TNT albümünde katılan bas gitarist Jeff Parker'ın etkisi bu albümde öne çıkar. Konserde de icra edilen "Seneca"da John McEntire davulunda öyle harika işler çıkarıyor.  Aynı şekilde bu karmaşanın hakim olduğu şarkı iç içe geçiyor aslında karmaşa doğru bir anlatım olmadı daha ziyade kompleks bir şarkı. Özellikle de sahnede  doğaçlama tavırlarıyla daha da güzelleşiyor aynı şekilde  Monica'nın o smooth başlangıcı Borusan Müzik Evi'nin ışıklarıyla daha da bir romantik bir hal mi aldı nedir? Tabii bir yandan da durdurulamaz aşırı sıcakla da birleşince deli gibi bir cam arayışına girdim ama camın yanından devam ettiğim konserin geri kalanı da gayet serindi, güzeldi. 
image

Son albümleri  "Beacons of Ancestorship" hep güzel eleştiriler aldı ve bu albümden Prepare Your Coffin, Minors, Gigantes, Charteroak Foundation gibi şarkıları çaldılar.  Standarts'tan sonraki albümler özellikle indie-rock sahasında yaşanan gelişmeler nedeniyle grubun bizde geri kalmayalım şeklinde hareket ettiği eleştirilerine neden olmuştu özellikle de "It's All Around You" albümü. Bunda doğruluk payı var elbette grubun Jazz tonlarından biraz uzaklaşması söz konusu fakat yine kayıtlardaki ustalıkları (ki bunda John McEntire'nin bir müzisyen olmanın ötesinde bir müzik mühendisi oluşu etkili) , müziklerini  en iyi şekilde icra etmeleri söz konusu ki buna da dün gece en iyi şekilde tanık olduk. 1994'ten 2009'a birçok şarkılarını çaldılar ve bunları en şekilde icra ettiler ki böyle olacağını biliyorduk zaten. Tortoise geldiği olgunlukta dinlemeye gitmek için risksiz bir grup çünkü iyi müzik dinleyeceğini biliyorsun. Elbette artık 2004'te geldiklerindeki kadar enerjik değiller ama hala davullar kırılabiliyor da tamir etmesi pek kolay olmuyor McEntire'nin dediği gibi artık "yaşlı adamlar". Ama getirdikleri yenilikler ve daha yapacakları işlerle belki işbirlikleriyle daha önce Bonnie Prince Billy'le olduğu gibi ya da albümlerinde birlikte çalıştıkları Bright Eyes en yakın zamanda Yo La Tengo'nun son albümü gibi üretici olmaya devam ediyor ve edecekler.
Setlist
High Class Slim Came Floatin' In/ Gigantes/ Monica/ In Sarah, Mencken, Christ And Beethoven There Were Women And Men/ Minors/ The Suspension Bridge At Iguazú Falls/ Along The Banks Of Rivers / Benway/ Charteroak Foundation/ Dot/Eyes/ Prepare Your Coffin/ Crest/ Glass Museum/ Salt the Skies / 
Postman8

Eluvium


image
Taze ve kulağa hep serin serin gelen bir ayılma etkisi yaratan müzikleriyle    Eluvium ile kısa bir süre önce tanıştım. Fakat kendisi on yılda çok güzel şeyler icra etmiş. Portland'lı Matthew Cooper'ın çalışması olan Eluvium huzur verici ambient sesleriyle piyano ve elektronik sesleri çok güzel harmanlıyor. Son albümü olan Nigtmare Ending'den dokuz dakikalık bir şarkı olan Don't Get Any Closer bu geceyi tamamlamak için çok huzurlu bir şarkı bence!

Not: Albümlerinin bu güzel kapaklarında Jeannie Lynn Paske'nin emeği varmış onun çalışmalarını da şuradan http://obsoleteworld.com/artwork/ bakabilirsiniz.
Postman8

Julianna Barwick- Packing



image

Loop makinesinin içine doldurduğu seslerle ve harmonik vokalleriyle ince ince içinize işleyen sesler yaratıyor Julianna Barwick. Lousiana'dan Brooklyn'e olan yolculuğunda geçmişinin kilise seslerini alan gösterişsiz folk tınılarıyla birleştiren Barwick  özellikle son albümü  The Magic Place ile çıtayı yükseltmiş geçmişini ve şimdisini öylesine güzel yoğurmuştu ki ortaya etkileyici bir albüm çıkmıştı. İki yıl sonra yeni albümünü Mart ayında çıkarmaya hazırlanan Barwick öncesinde yine makinesini eline almış uğul uğul bir şarkı yapmış. İşte  " Packing"

"Finding Vivian Maier"



Bir bodrum katını boşaltmak için açık arttırmada satılan eşyalar arasından sadece bir şeyler biriktirdiğiniz için 100.000 fotoğraf negatifi  satın alsanız ve adı hiç duyulmamış ancak1950'l yıllardan eri Urban America, New York, Chicago'nun doğusuun fotoğraflarnı çeken bu kadınla tanışsanız. Kendisi artık hayatta değil ancak fotoğrafları elden ele dolaşıyor  çok yakında belgeseli de görücüye çıkacak ama öncesinde şu fragmana bir bakın derim!

David Byrne & St. Vincent- Love This Giant


image
Kısa süre önce geride bıraktığımız 2012'den akıllarımızda kalan güzel birlikteliklerden biri de David Byrne ve St. Vincent  işbirliği. 1980'li yıllarda New Wave ve Avant-Garde denildiğinde akla gelen isimlerden olan Talking Heads'ın kurucularından  olan David Byrne, grup ayrıldığından beri (1991) solo çalışmaları ve  çok çeşitli projeler içerisinde müzik yaşamına devam etmektedir.  Bu birliktelikler içinde Brian Eno'yla beraber yaptıkları "My Life in the Bush of Ghosts" , "Everything that Happens Will Happen Today"  aynı şekilde Fatboy Slim, Thievery Corporation ve HIV/AIDS yararına yapılan ve çok güzel birliktelikleri içeren dinlemeniz kesinlikle tavsiye edilen Dark Was The Night albümünde de Dirty Projectors'la bir araya gelişi vardır.  Byrne'a göre bu farklı ya da yakın seslerin bir araya gelerek yaptığı çalışmalar kendisini çok geliştirmekteymiş. Hiçbir zaman sabit duramayan ve hep ilerlemeci yaklaşan biri olarak nostaljik kalamayan Byrne'ın konserlerine  bakarak bunu daha iyi anlamak mümkün. Eski şarkılarını bile hep yeniden yorumlayan onlara estetik, eğlenceli bir hava katan biri olarak böylesine zorlu bir iş olan birleşimlerinde altından kalkmayı başarabiliyor.
İşte son çalışması olan Love This Giant için St. Vincent ile tanışmaları da yine Dark Was The Night'a dayanıyor. Bu albüm için düzenlenen özel bir partide tanışan ikili kısa sürede birlikte güzel bir şeyler yapabileceklerini anlasa da albümün ortaya çıkması üç yıl sürmüş. Çünkü bir stüdyoya girip bir süre birlikte vakit geçirip bitti, gitti demek istememişler. Onun yerine daha iç içe sürekli iletişim halinde olup bir puzzleın parçalarını tamamlar gibi birbirlerini tamamlamışlar. Byrne bunu şöyle örnekliyor:
"Bu benim tek başıma ortaya koymuş olabileceğim herhangi birşey değil. Bütün meselesi işbirliği olması. Örneğin "Lazarus" şarkısında şarkının kalan yarısında  Annie'nin (St. Vincent) bazı riffleri üzerinden bir melodi çıkardım. Şarkıyı tamamlamak için bir yerlerde daha farklı bir kısma ihtiyacımız olduğunu düşündüm ama ne yapacağımı bilmiyordum. Annie temel olarak sadece akortu ardarda çaldığı bu kısmı bana geri yolladı. Cesur hareket diye düşündüm. Çok akıllıca ve inanılmaz küstah da olabilirdi ya da acayip tembel ya da ikisinin bir zen kombosu! Ama ben onu sorgusuz kabul edicem hatta biraz daha ileri götürebilirmiyim diye bakıcam diye düşündüm. Böylece onun çaldığı temel akortu aldım ve onu farklı klakson seslerine atadım. Böylece her vurduğunda, farklı bir dokuya sahip oldu. Bunu kendi başıma yapmaya cesaret edemezdim. "
Kuşkusuz Annie Clark için de kendisinin de röportajlarında belirttiği gibi kimle beraber çalışacağım diye düşünse içinden geçecek isimlerden biri David Byrne çünkü sahip olduğu avangart ve rock birleşimi tarzıyla Byrne'a yakın durmakta aynı zamanda yeniliklerden çekinmeyen hep bir üstünü zorlayan bir müzisyen St Vincent. İkisinin de sanatsal bir duruşları olmaları hatta müziklerine yapıştırılan Art-Music etiketleri bu yeni çalışmanın anlaşılmaz bir avant-gardelık içinde bir gürültü gibi mi yorumlanacağı yoksa bir sanat-müzik çalışmasına mı dönüşeceği soruları bu iki ismi yan yana duyar duymaz sorulmaya başlandı. Love This Giant  bütün bu yakıştırmalardan içinde çeşitli parçacıklar barındırsa da untempo şarkıları eğlenceli bir hale getiren müzikal bir hareketlilik sunan bir albüm. 
Albümün ilk şarkısı ve aynı zamanda çıkış şarkısı olan  "Who"  klaksonlar ve ritmik davullarla hızlı ve ne beklememiz gerektiğine dair güzel bir açılış yapıyor. Sesler öylesine dolgun ki kulaklarımızın pası siliniyor. Bryne'ından duymaya alışık olduğumuz vokallerin ardından gelen birazcık da flörtöz bir tarafı olan St. Vincent'ın " Who is an Honest Man? " sorusu bu çarpık klakson sesleriyle yerli yerinde birleşiyor. Sanki St. Vincent ayakları yere basan ve olgun olan taraf iken Byrne ise yaşını başını almamış gibi uçarı, taşkın bir coşkululuk içinde ama hiçbir şey sabit değil. Bu nedenle "Dinner For Two" da  tereddütler içinde :
"something i should tell you but we're never alone" 
diye yakarabiliyor.
image
Bu albüm aşkı aramıyor ya da iki kişi arasındaki bir aşk değil bu daha çok bir aşk ideası peşinde koşuyor ve kimi zaman eğlenceli bir hava içine hatta bunu funky diye bile etiketleyebileceğimiz bir sese bürünebiliyor. Aynı şekilde bu funky sesler, birazcık da gizemle birleşince "I am An Ape" gibi tadından yenmeyecek şarkılar oluyor. Aynı şekilde Söz yazma konusunda ustalaşmış iki isim de karşınızda olunca farklı bir iş ortaya çıkıyor.
“I am an ape / I stand and wait / a masterpiece / a hairy beast”
Sanatsal bir sürükleniş içine kapılmış "İce Age, Lazarus"derken "Optimist" albümün en sevgili şarkılarından. Annie Clark'ın sesini yavaş yavaş indirip, üzerine en tatlı kıyafetini giydirdiği arkasında yaşanan tüm müzikal çarpışmalara inat optimist olmayı başarabildiği kuşkusuz bu içselliğini dinleyene de yaşatabildiği bir şarkı. Odanın, evin, apartmanın kapısını açtırtan buz gibi havada bile sizi denize götüren, buluta götüren, güneşe götüren ayaklarınız.
David Byrne'ında söylediği gibi biraz freak bir albüm ama "zararsız bir freak" . Herkesin kendi kendiliğini korurken bir yandan da iç içe geçebildiği albüm kapağında da görebileceğimiz gibi güzelin güzel olmadığı, çirkinin çirkin olmadığı, karşı çıkılan bir plastikizm. Ama bu albümden elimize kalan en değerli şey kuşkusuz bir işbirliği yapmanın tamamen bir iç içelik içinde, birbirinin parçalarını tamamlayınca güzel olduğu. 

İyi dinlemeler!
Postman8

Grizzly Bear- Gun Shy




Son albümü Shields'den Gun-Shy'a video çeken Grizzly Bear, yönetmen koltuğuna ise Sia'nın Buttons klibinden hatırlayacağımız Kris Moves'u oturtmuş ve iyi bir iş olmuş.


2.2.13

El Perro Del Mar


image

2003 yılında İsveç'te doğan El Perro Del Mar kırık kalbini genellikle incelikli sözleri ve yumuşak sesiyle anlatan Sarah Assbring'in solo projesi. Bu projeye on yıl önce başlayan Assbring on yılda beş albüm yaptı. Son albümü olan Pale Fire ise Kasım 2012'den çıktı ve müzik eleştirmenlerinden pek iyi değerlendirmeler alamadı. Ama Pale Fire'a bakmadan  önce biraz geçmişe doğru gitmeli çünkü bu uzun bir süreç ve kendi içinden doğrusallık içinde bakmak belki de daha doğru olacaktır. Yolculuğunu daha en başından beri takip eden biri olarak 2005 yılı çıkışlı ilk albümü "Look! It's El Perro Del Mar!" ın bıraktığı izler yıllar içerisinde dönüşümlere uğrasa da 'ayrılık kaydı' yakıştırması yapılan bu albüm içindeki için için sesleri unutabilmiş değilim. Melankolik-pop, lo-fi etiketlerinin üzerine yapıştırıldığı bu albüm akustik gitar tınılarının ağırlıkta olduğu 1950'li, 60'lı yılların kadın gruplarını  hatırlatıyor. Arkadan gelen kadın koro vokallari ve Assbring'in hüzünlü sesi. "Candy"le açılan bu yalnızlık çevrelenmişlik ve onu takip eden hüzün bir sonraki şarkı olan "Sad" de sırtını duvara dayıyor ve yalnızlığına yanıyor. Fakat kuşkusuz ki bu yalnızlığın en iyi anlatıldığı şarkı "Party" olsa gerek. Şarkının sözlerinde de bahsettiği gibi bu yalnızlık, bir şeylerin parçası olma isteği belki de önce birinin parçası olma isteği ki zaten bunlar birbiriyle aynı şeyler. Hayata tutunma yolları. Bir de sen bu yalnızlık içinde boğulurken dışarıda dönen ve bir türlü parçası olamadığın şu parti:
"it so hard to see? I don't want to stay at home
I just want to be a part of it
come on over baby there's a party going on"
Bu anlaşılır sözleri izleyen yalın gitar sesleri, "bebop bebop a loo la bebop a loo la" diyen vokallari  şarkıyı dinleyiciye başarıyla geçiriyor. Albümün devamında da hakim olan bu duygu "This Loneliness"le belki ağlamaya bir adım kala kenarda, uçta bir yerlerde dursa da kararı size bırakıyor El Perro Del Mar isterseniz "İt's All Good", "I Can't Talk About It" de dinleyebilirsiniz ve o zaman bu baby-doll vokaller ve 60'lı yıllar kadın gruplarıyla ne demek istemediğimi de daha iyi anlayabilirsiniz. Bu albümün kapağını kapatmadan önce bir şey eklemek istiyorum. Birincisi albümün ikinci çıkışı olan İngiliz Memphis Industries kayıdında eklenen "God Knows" da kesinlikle atlanmaması gereken şarkılardandır ve ikinci olarak listenin sonunda yer alan ve tüm bu 60'lar pop-rock yakıştırmalarımızın aslında boş olmadığını da Assbring'in de onayladığı bir  Brenda Lee coverı "Here Comes That Feeling" den anlayabiliriz.  
Böylesine hızlı bir çıkıştan sonra bunu sürdürmek kolay iş değil doğrusu. "Look! İt's El Perro Del Mar!" derli toplu ne anlatmak istediğini iyi bilen ve bu tema etrafında duyguları tamamen doğal duran ve içselleştirilebilen bir albüm olarak karşımıza çıkmıştı.
image
Onu takip eden ikinci albüm "From The Valley To The Stars" aslında yine yakın duygular etrafında gezerken daha ilk şarkı olan "Jubilee" den itibaren kulağımızda gelen kilise piyanosunun sesiyle ve inanç, tanrı gibi konulara eğilen sözleriyle daha dini bir tema üzerinde duruyor. Umut, mutluluk, hayal gücü, güneş, çiçekler üzerine olan sözler yine "How Did We Forget" te El Perro Del Mar'ın yavaş vokalleriyle incelikli işler yapmayı başarıyor. Ama "Do Not Despair" gibi şarkılarda da gördüğümüz albümün geneline hakim bir depresif-pop ve bunu en çok destekleyen de bu sözüne ettiğimiz kilise piyanoları, flütler ve içinde bir huzur bulma çabası. Acıları gömme ancak bunu hırsla ya da öfkeyle değil yavaş yavaş, fısıldayarak yapma hali.
Üçüncü albüm Love Is Not Pop sanıyorum ki bu yazıyı yazma nihai amacımız olan son albüm Pale Fire'la gelen köklü değişimin öncüsü sayabiliriz.  Bu albümle birlikte El Perro Del Mar albümlerini süsleyen elektronik sesler kuşkusuz Pale Fire'da tavan yapmışlar. Aslında Love Is Not Pop yine beklendik bir tema çevresinde bir ayrılık sonrası albümü ve aşkın yeniden şekillenişi, kişinin kendini onarması üzerine. Özellikle "Change of Heart" bu albümün çıkış şarkısı olması yanı sıra temsil şarkısı da. Groove bir harmoniyle kulaktan eksilmeyen sesleri, gözlerden silinmeyen görüntüleri ve seni evine, yatağına kaçabileceğin her noktaya kadar takip eden yaşanmışlığın izlerini anlatıyor. "L is for Love" da ise elektronik alt yapılar ve davul sesleri gece karanlığının düşüşü aslında biraz da zamansallıkla ilgili.
Aynı dönem kendi memleketlisi Lykkie Li 'nin yükselişi ve meşhur İsveç elektroniğinin adı, sanı kuşkusuz El Perro Del Mar'ın da müziğine yansımış. Bu albümde bunun hakkını güzel veriyor ve geçmişinden de henüz çok fazla kopmamış. Ancak bir önceki albümdeki bütün o kilise seslerinin bir anda yok olması ve bu değişim yine de biraz plastik değil mi? Nitekim son albüm Pale Fire elde tutulacak güzel şarkılara sahip olmasına rağmen bu nedenle içimde hiçbir yere koyamadığım bir albüm. Elbette ki değişimler olur, olmalıdır da ama bu kadar geçmişinden kopmak pek anlam veremediğim bir şey. Sözlerim romantik aşk şarkıları yapan isveçli güzel bir kadın daha protest şarkılar yapmasın tutuculuğu içinde alınmasın isterim. Demek istediğim bu daha albümün ismini de aldığı ilk şarkısı olan adını Nobokov'un kitabından alan Pale Fire'daki Lykkie Li vokallerine benzer vokaller duymadan da olabilmeli ya da "Hold of the Dawn"da olduğu gibi neredeyse karıştırılacak bir pozisyona gelmemek. Albümün ikinci yarısından sonra  " Walk on By" la açılan trip hop havayı takip eden "Love in Vain""To the Best of A Dying World" 90'lar nostaljisi daha tutarlı diyebilirim. Fakat albümün sonuna yaklaştığımızda gelen "I Was A Boy" benim bu albümden alıp eve götüreceğim şarkı olacak. Çünkü tam da bahsettiğim geçmişinden kopmadan bir şeylere şekillendirip, değiştirebileceğinin parçası bu. Minimal  elektronik sesler ve bilindik Sarah Assbring vokali  çok daha fazlasına gerek yok bence, sizce? 
Postman8

Lower Dens @Salon İksv


image
Geçen hafta bu zamanlar gerçekleşen Dark Dark Dark-Lower Dens konserine dair izlenimlerimi yazmak için birazcık da geç olsa bilgisayar başına oturabildim. On sekiz aralık akşamı uzun zamandır canlı performanslarını merakla beklediğim Baltimore’lu dörtlü Lower Dens’i izlemek için Salon İksv’nin yolunu tuttum.
Lower Dens öncesinde kendileri gibi Amerikalı grup Dark Dark Dark sakin tavırlarıyla sahnede yerini aldı. Jazz, Folk ve Pop sesleri bir araya getiren grup konsere son albümleri Who Needs Who’dan aynı ismi taşıyan şarkıyla konsere güzel bir başlangıç yaptılar. Yavaş yavaş salonu doldurmaya başlayan seyirciyi piyanosunun başında karşılayan Nona Marie Invie  barok ve romantik tarzıyla yorumladığı şarkılarla karanlık ve ağır bir havayı estirmeyi başarır. Grubun bir diğer üyesi olan ve İnvie’nin eski erkek arkadaşı Marshall Lacourt ise değiştirdiği her enstrümanda  daha güçlü seslerle şarkılara eşlik etti. Son albümü kaydetmeden önce yaşanan bu ayrılığın etkisi sözlerde, seslerde kesinlikle mevcut fakat grubu dağıtmak yerine devam etme kararı almaları çok yerinde olmuş. Çünkü bu yaşanan duyguları ifade etmek, yeni şarkılara bunları yansıtmak dinleyiciye geçirilebilinmiş. How it went Down daki bir ilişkiye ve yıkılışına dair anlatılan hikâye ya da It's a Secret daki kalbini dinletebilme isteği ve Lacourt’un klarnetinin ahenksiz sesleri grubu güçlendirse de hala eksik bir şeyler var. Bu belki zaman içinde olgunlaşacak bir şeydir belki de hiç değişmeyecek. Sanırım bunu zaman gösterecek.  
Bir saatin sonunda bir önceki albümlerinden olan ve Grey’s Anatomy gibi popüler dizilerin arkasına da konuk olmuş olan Daydreaming ve son albümleriden Love Lies’la güzel bir kapanış yaptılar. Onlar sahneden ayrıldıktan sonra sabırsızlıkla Lower Dens’i beklemeye başladık. Biraz uzun süren hazırlık çalışmaları sonunda onlar da sabırsızlığımızı anlamış olacak ki teknik sıkıntıları halleder halletmez fazla bekletmeden sahnede yerlerini aldılar. 
image
İlk albümleri Twin Hand Movement’tan I Get Nervous la sakin ve güzel bir açılış yapan grup ardından Candy’le gitar riffleri sisli, puslu bir hava estirse de onu takip eden batman ise herkesin omuzlarını bir sağa bir sola sallayarak dalgalanmalara neden oldu. Öyle iyi çaldılar ki hepimiz bu puslu havayla dolup ama birkaç dakika sonra rüzgarlara kapılabildik ya da two cocks la gözlerimizi kapadık sadece ayaklarımızı, kollarımızı, vücüdumuzu dinledik. Castanets’le yaptığı başarılı işler ve söz yazarlığı yanı sıra vokal olarak Phosphorescent ve Cocorosie gibi gruplarla çalışan Jane Hunter’ın vokali yanı sıra klavyesinin ardında ortaya koyduğu müziğe kendini kaptırmamak mümkün değil. Bundan üç yıl önce pek çok Baltimore’lu yoldaşı (Wye Oak, Beach House, Future Islands, Dan Daecon) gibi kendini müzikle ifade edebilen Hunter  Lower Dens’in temellerini atarak grubu bir araya getiren kişi olmuş.
İlk albümleri Twin Hand Movement’ı 2010 da yayınlayan grup iyi bir başlangıç yapmıştı. Bundan iki sene sonra gelen ikinci albüm Nootropics ise geçen senenin konuşulan albümlerinden biri olmayı başardı. Albümün adından da anlaşılacağı gibi ilaçlar etkisindeki üzerine örtülmüş o ağırlık bir sonraki şarkı olan Hunter’ın deyimiyle hayvani içgüdüleri anlatan Alphabet’te derinlemesine hissedilir. Onu takip eden konserin tam da ortasına rastlayan Brains ise hem bu albüme hem de Lower Dens’in geleceğine dair bir şarkı. Artık taşların bir yerlere oturduğunun temsili olan bu şarkı sadece bir çıkış şarkısı değil. Gerçek anlamda bir yerlerden çıkmak, üzerindeki örtüyü yavaş yavaş silkelemek ama bir yandan da onu her zaman taşıyacak olmanın gerçekliği.
Kısacası Nootropics gibi. Günümüzün en çılgın rahatsızlığı olan dikkat bozukluğuna, hafıza problemlerine saldıran bu ilaç gibi bir albüm. Kendi dünyasının saydamlığında gitar örüntüleri sade davul sesleri ve synthler eşliğinde, kendi güzelliğinde. Lion in Winter Pt.1 gibi nasıl bir karabasan içinde çevrelenmişse Lion in Winter Pt.2 gibi de rengârenk bir karanlık şimdi. Gittikçe olgunlaşan seslere eşlik eden Geoff Graham’ın geri vokalleri,  Will Adams’ın sol köşede sessiz sakin gitar sesleri son derece başarılıydı ve Nova Anthem’e geldiğimizde uzun süre ayakta duramadığım için belime giren ağrıları bile hissetmiyordum. İyi iş çıkardılar ve konser sonrası sağanak yağmura karışan bizler güzel bir konser sonrası huzuruyla evlerimize döndük. 
Setlist:
Who Needs Who/ It's a Secret/ Meet in The Dark/ Bright Bright Bright/Hear Me/ Tell me/ The Great Mistake/ What I Need/ How It Went/ Patsy Cline/ Daydreaming/ Love Lies
Nervous/Candy/Batman/Two Cocks/Alphabet/Rosie/Brains/Lion in Winter Pt.1/Lion in Winter Pt2/Propagration/Hospice/Holy Water/Nova Anthem
Postman8

Michael Nyman Band @İstanbul Kongre Merkezi


Cuma akşamı günün yorgunluğunu atmak için Beşiktaş’tan Harbiye’ye güzel bir yürüyüş sonunda İstanbul Kongre Merkezine Michael Nyman Band konserini izlemeye geldik. Salondaki kendimizce iyi olduğuna karar verdiğimiz uzaklıktaki koltuklarımıza oturduktan sonra konserin başlamasını bekledik. Önce Michael Nymann’ın on bir kişilik orkestrası yerini aldıktan çok kısa bir süre sonra kendisi de küçük adımlarla ve alkışlara yanıt veren mütevazi hareketleriyle piyanosunun başına oturdu. Altmış sekiz yaşındaki İngiliz Besteci elli yıldır müzikle yaşamakta ve birçok önemli filmi birbirinden farklı duygular içine sokan bir yaratıcı olarak karşımıza çıkmaktadır. Daha ilk yıllarında Down By The Greenwood Side operasıyla başlayan Nyman kendi müziği için minimal müzik diyerek bu terimi de müzik dünyasına sokar. Ardından İngiliz yönetmen Peter Greenway’le yıllar sürecek bir işbirliğine giren Nyman’ın bu yönetmenle ilk çalışması ise The Draughtsman’s Contract filmi için olur. On yedinci yüzyıl sonlarında bir ressamın yaptığı kurnazca bir anlaşmanın hikâyesine odaklanan bir yandan polisiye izler taşıyan bu film için yaptığı müzikler Nymann’ın kendi deyimiyle metodolojisinin en saf ve en erken dönemini sergiliyor. Bu film için Henry Purcell’le birlikte yaptıkları  “Chasing Sleep is Best left to Shepherds” filmin unutulmayanlarından biri olmayı başarmıştır. Aynı şekilde bir başka Greenway filmi olan The Cook, The Thief, His Wife & Her Lover için yaptığı Memorial ve Miserere Paraphrase da müzisyenin önemli eserlerindendir. Kuşkusuz on bir dakikalık Memorial’ın çaldığı yerler konserin de doruk noktalarından birini oluşturdu.
Michael Nyman’ın müzikleriyle beslenen bir diğer önemli film ise Gattaca. 1997 yapımı bilim-kurgu kategorisine giren bu film bir klonlama hikayesini ve mükemmel insan eleştirisini aslında bir dram şeklinde anlatıyor artık bu tip filmleri bilim-kurgu kategorisinden ziyade bilim-kurgu/dram gibi bir kategoriye koymak daha doğru olacaktır. Bu nedenle Nyman’ın müzikleri de karanlık ve minimalist tarafıyla bu filmin üzerine bir örtü gibi iner ve kendi duygularını ekler. The Departure burada hem filmle özdeşlemiş hem Nyman’ın kendisiyle özdeşleşen şarkılardan biri olarak aklımızda kalmıştır. Fakat kendisini büyük üne kavuşturan kuşkusuz 1993 yapımı Jane Campion filmi The Piano’nun müzikleri olmuştur. Hem altın küre hem de İngiliz Akademi ödülleri adaylığı kazanan filmin müziklerini yaparken Nyman ana karakter olan Ada’nın bir piyanist olarak repertuarını da çizmiştir. Piyano bu kez Ada’nın diliyle konuşmuştur The Heart Asks pleasure First onun dokunuşudur, onun notalarıdır. Kuşkusuz tamamen müziklere dayalı böyle bir filmde ağır bir sorumluluk altına giren Nyman hem kendini hem de filmi daha da tepeye taşımıştır.
Nyman’ın yaratıcılığından ve bulunduğu çalışmaların değerinden bahsetmişken Michael Nyman Band’in katkılarını da atlamamak lazım. 1976’dan bu yana kendisine destek olan birçok müzisyen olmuş ve hepsinin müziğine farklı katkıları olmuştur eminiz ki. Bugün yanında olan bu on bir kişi de mütevazilikleri ve özverileriyle İstanbul seyircisine çok güzel bir gece yaşattılar. İki bölümden oluşan konserin birinci bölümü daha hareketli ve temposu yüksekken ikinci bölüm ise The Piano filminden de hatırlayacağımız şarkılar ve Michael Nyman’ın sololarıyla daha dingin gibi görünse de sonlara doğru ise yine tempoyu tırmandırıp, bıraktılar. Nyman yine konserlerinde olduğu gibi nota kâğıtlarını havada uçuşturdu, biten şarkıların nota kâğıtlarını eliyle oraya buraya savurdu. Seyirci kaçışmaya başlasa da bisin ardından güzel bir selamla yanımızdan ayrıldı. Bir daha ne zaman gelir bilinmez bu nedenle bu gecenin güzel bir hatırası oldu.
Yazımı bitirmeden önce söylemeden geçemeyeceğim bir nokta CRR’ın sıcaklığını görünüş bakımından bulamadığım İstanbul Kongre Merkezi’nde meğer içinde de sıcaklığı bulamayacakmışım. Çok üşüdük çok! Bir de seyirciye yapılan ikinci bölümdeki fotoğraf çekme uyarılarına rağmen kulağımın dibine makinesini yerleştiren ve pozlama sesleriyle delirten kişiyi kınamadan sözlerimi bitirmeyeyim ama konserlerde maalesef ki oluyor böyle şeyler, ne yapalım.
Not: İkinci fotoğraf için Oya Yalcin’a çok teşekkürler! 
Postman8.