4.1.11

"Yekta Kopan'dan alıntıdır."


Aronofsky: Ölümsüzlük ne yana düşer?


Odalarda dolaşmayı seviyor Aronofsky. Evlerin dış dünyaya kapalı odalarında ve karanlık koridorlardan ulaşılan –kimin kapısı kilitli- hafıza odalarında. Filmin bütün yükünü taşıttığı öznesiyle birlikte o odalarda bir aşağı bir yukarı yürüyor; bir çeşit bitmek bilmez tutukluluk hali, bir çeşit kişisel hapishane. Çoğu zaman kamerayı o öznenin tam da sırtına yüklüyor, hayatın bütün dertlerini taşıttığı kahramanının, sırtındaki kamerayla, biz izleyicileri de taşımasını istiyor.


Yakın durmayı seviyor Aronofsky. Hikayenin bir parçası olmamızı sağlayacak kadar yakın tutuyor bizi kahramanına. Onunla uzun yürüyüşler yapmamızı istiyor, onun kadar yorulmamızı. Onunla karanlığa –ve karanlıklarla dolu odamıza- kaçmamızı, onunla “kafa olmamızı”, onunla ölüme doğru ilerlememizi, onunla bir ringde ölümüne dövüşmemizi ya da bir sahnede ölümüne dans etmemizi. Onun sinir hücrelerine kadar yaklaştırmak istiyor bizi. İzleyicisini, kahramanının içine almak için o kadar yoğun bir çaba veriyor ki, bir süre sonra izleme anının kendiliğinden var olan nesnelliğindeki payandalar çöküyor, kahramanın korkusu ortak payda haline geliyor.


Korkuları seviyor Aronofsky. Bütün kahramanları yaşamdan ve ölümden aynı ölçüde korkuyorlar. Büyük yapının parçası olamamaktan korktukları kadar yapının içinde eriyip gitmekten de korkuyorlar. Bu ikililik hali içinde izleyicinin de eriyip gitmesini istiyor Aronofsky. Bu büyük salınımın, iki uçta olma halinin duyguları da alt üst edeceğini biliyor.


Melodramı seviyor Aronofsky. İzleyicisini kahkahadan çok gözyaşına yakın tutuyor. Ama bunun kaynağını, kaba bir duygu sömürüsünden çok, kahramanını düşünsel acının ortasına yerleştirmekle yapıyor. Öyle bir acı ki o, yönetmenin kadrajını bile belirliyor. Melodramla olan ilişkisi, giderek klişeleri zorlamaya dönüşüyor. Bilinenin üstüne bilerek gidiyor Aronofsky. Kimi zaman düşmüş bir yıldızı filminin baş kahramanı yaparak kişisel melodramı bile kurmacasının bir parçası haline getiriyor.


Fiziksel acıyı –en az ruhsal acı kadar- seviyor Aronofsky. Beden eriyor, ölüm geliyor, kemikler kırılıyor, tırnaklar düşüyor. İnsan bedeni (bu noktada kahramanla bütünleşmiş izleyicinin bedeni) çürümeye mahkum. Bu kaçınılmaz gerçek, yaşam-ölüm, gençlik-yaşlılık, güç-güçsüzlük eksenlerinde, izleyenin de bedeniyle hesaplaşmaya girmesine neden oluyor.


Kahramanının geçmişle kurduğu bağı (hatta hala geçmişte yaşıyor olma durumunu) seviyor Aronofsky. Ölüm korkusunun başka bir tezahürü olarak, genç ve güzel, genç ve başarılı olunan günlere özlem, kahramanın-hikayenin ve izleyicinin bir parçası haline geliyor film boyunca. Temel mesele dönüp dolaşıp ölümsüzlük isteğine dayanıyor.

Darren Aronofsky’nin Oscar yarışında birden çok kategoride adı geçen ve en iyi kadın oyuncu adaylığı (hatta zaferi) kesin gibi görünen son filmi Black Swan 25 Şubat 2011’de vizyona girecek.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder