31.3.10

Shutter İsland





Leonardo Di Caprio ve Martin Scorsese'yi yeniden bir araya getiren "Shutter İsland" , bir başyapıt mı olacak yoksa bu ikilinin filmografilerinde adını nadiren anacağımız  " güzel bir film" den  öteye geçebilecek mi?
     

Film , Dennis Lehane'nin aynı adlı romanından uyarlama ve daha önce de Lehane romanları ( Gone baby Gone , mystic river ) film olarak uyarlanmıştı , özellikle " Mystic River " Sean Penn ve Tim Robbins 'in başarılı oyunculukları sayesinde unutulmayacak filmler arasında yerini almıştı.Bu filmde zindan adası gibi karakterlerin akıl karmaşaları ve ulaşılması belli sınırların sonundaki gerçeklikleri kabullenmelerle doluydu.Film kısaca , 1954 yılında nazi işgalleri sonrası Shutter İsland isimindeki adada "Ashecliffe"  adlı akıl hastahanesinden Rachel Solando adlı  bir hastanın kaçması ve federal ajanlar Teddy Daniels ( Leonardo DiCaprio) ve Chuck Aule ( Mark Ruffalo) 'nun hastayı bulma görevi ile adaya gelmeleri  ancak Rachel Solando'nun bulunması ile de sona ermeyecek bir gerilimin içine sürüklenmeleri anlatılır.Film ilk sahnesinden itibaren klostrofobik bir hava yakalamak istemiştir onları bırakıp dönmesi gereken gemi gibi ilk beş dakikasında seyircisini de "Shutter İsland" 'a kapatmıştır , çünkü  " Shutter İsland" ın ötesine varabilecek bir zihin yoktur ve film boyunca da olmayacaktır.
Federal Ajan Teddy Daniels'ın gözü ile tanıdığımız , gözlediğimiz adada yine onun bildiği kadarı ile bilmekteyiz , bileceğiz.Oldukça karanlık görüntüler eşliğinde süregelen film gerçekler gibi sonunda aydınlanıyor , Shutter İsland ‘da da fırtına sona ermiş ve bahar gelmiş oluyor.Doğa etkilerinin ve konunun bütünleşmesi ve bunların yansıtılması kuşkusuz çok başarılıydı.Scorsese’nin usta bir yönetmen oluşu , güçlü deneyimleri ve sezgileri filmin akışında önemli bir etki yaratmakta.Özellikle çizdiği Avantgarde , film noir  şeklindeki karanlık, klasist ve içsel etkilerle ilerleyen doğal etkiler ve tüm bunların seyircisine fark ettirmeyecek bir akıcılıkta gidişatı  filmi etkileyici ve özel kılan nedendi.Özellikle ana karakter Teddy Daniels’ın  geçmişinde  ikinci dünya savaşında yer almış olması ve tüm Nazi dönemi izlerinin karanlığının filmin her yerine sızması gibi hep minik izler filmin her yerine kaynaştırılmıştı , Mahler’in senfonisi gibi ya da Teddy’nin anılarında uçuşan kağıtlar etrafında intihar etmeyi başaramamış kanlar içindeki Nazi komutanı gibi. Ve rüyaları ,küllerin uçuştuğu ve yangında ölen karısının yavaş yavaş bir küle dönüştüğü elleri kanlı  sahne hiç kuşkusuz daima hatırlanılacak konuşulacak bir sahne olmayı şimdiden başardı.Islaklık , küller , kan.camın karşısından görünen göl ve çardak .Önemi film ilerledikçe anlaşılan bu sahnenin yanı sıra yüzü kanlı üzeri kanlı Rachel Solando’nun  rüyalarında karşısına çıkan küçük kız ile aralarındaki sahne de bir yandan bizi yine anlam veremediğimiz “kan” ve küçük kız etrafında dolaştırırken aynı zamanda karanlık ve noir havası ile “The shining “ e de saygı duruşunu eksik etmemekte.
Martin Scorsese , film boyunca anagramlardan , oluşturduğu ikiliklerden ve bunların içindeki gerçeklik arayışlarından vazgeçmiyor.Hatta kuşkusuz diyebiliriz ki filmden sonra da aslında bundan vazgeçmiş bulunmakta değil. Çünkü hala biliyoruz ki kendi yorumlama şansımızla bir diğerine inanma şansımız var.Ancak tüm bu kurgu oyunlarının ötesinden aynı zamanda olayı anlatan ve anlayan gözünden kafamızı çok karıştırmadan koltuğumuzdan kalkmamızı da istiyor.Ve başarıyorda.

İşte bu da Scorsese’nin ustalığı ve en başında sorduğum sorunun yanıtı da aynı zamanda.Shutter İsland  bazı sahneleri ile referans almış bunu en iyi şekilde taşımış olmasının ötesinde bazı sahneleri  ile referans verebilecek de bir film aynı zamanda.Kuşkusuz hatırlanacak ve hatırlatılacak bir film olacak gelecekte belki de bir baş yapıt olup olmadığına da o zaman karar verebiliriz?

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder